Cumartesi, Aralık 30, 2006

Final Destination : Seattle

Öncelikle seriyi izlememiş olanlar için küçük bir bağlantı verip konuya giriyorum.

Heyecanlı olduğumu belirtmek isterim, çünkü action/adventure tadındaki ilk blog yazımı yazıyorum. Olay uzun zaman önce uzak bir galakside geçmiyor ama siz isterseniz öyle olduğunu farz edebilirsiniz. Yok ben daha gerçekçi öyküleri severim derseniz, olay 2 hafta kadar önce 2 üst eyalette geçiyor.

14 Aralık - ~16:00

Dönemin son finalinden çıkmış olan A. (Aslında bu A ben oluyorum. Ama hem üçüncü tekil şahışlı bir anlatım tarzı benimseyip hem kendi adımı kullanmak bana garip geldiği için böyle A. yazdım. Her neyse...) işleri bitirmiş olmanın huzuru ve dün gece uyuyamamış olmanın verdiği yorgunlukla evdedir. Karnı tok, sırtı de pek olan A. hem ziyaret hem ticaret maksatlı bir gezi için bavulunu hazırlamaktadır. Aslında carry-on'unu hazırlamaktadır. Zaten şu 3 günlük dünyada 2 günlük bir gezi için bir insan ne kadar yük taşımalıdır ki.

Telefon acı acı çalar. Telefonun diğer ucundaki V. (V for Volkan) son bilgilendirmeler için aramıştır.

V : Hava çok soğuk burda. Bot al, mont al... Bir de fırtına geliyormuş, internete bak öyle çık.
A : Fırtına ?
V : İşte bildiğin fırtına, rüzgar falan yani.
A : Bir şey olmaz di mi?
V : Soğuk olur. Bot al, mont al...

Fırtınalara pek alışkın olmayan A. için yeni bir bilgi yoktu bu konuşmada. Zaten soğuk yere gittiğinin farkındaydı. Bir kazak daha attı çantasına...

~ 18:00

Üçü raylı biri bildiğin otobüs olmak üzere dört farklı toplu taşıma aracını kullanarak terminale varmıştı A. Bir yerden bir yere gitmek için kurulan bu düzene hayran bir şekilde, havaalanına giderken bu kadar vasıta değiştirmesini gerekli kılacak planı yapan herkes için, içinde kabaran şükran duyguları yüzüne vurmuş neşe içinde tuvalet arıyordu (En uzun cümle rekorumu bu sefer kırdım galiba...). Evet tuvalet arıyordu. Garip mi? Olur olmaz her şeyin olduğu yerde zaten sınırlı sayıda olan tuvaletlerin çoğu çeşitli bahanelerle kapalıydı. Ama vakti zamanında Indiana Jones : Fate of Atlantis oynamış olmanın verdiği kendi güvenle bu işi de çok rahat bir şekilde çözdü A.

Check-in falan dediğin zaten iki dakikalık iş, ondan sonra yapacak bir şey yok; beklemeye başladı. Garip olaylar da beraberinde başladı. Herkes bir fırtınadan bahsediyordu ya hayırlısı. Önce ilk garip anons geldi:

Vancouver'e giden uçağa fırtına dolayısıyla extra yakıt koymak için bavulların bir kısmını burada bırakarak yer açıyoruz...

Zaten hafiften makaraları sermiş olan yolcular artık kahkahalarla gülüyorlardı. Biraz beklemenin vermiş olduğu huzursuzluk, biraz da Alaska hava yollarının muhteşem anonslarının etkisi vardı bunda. A. için günü açan efsanevi anons belki de şuydu "Buraya pilot göndermeyi unuttuğumuz için ertelenen San Diego uçağı aslında burada pilot olup da biz kendisini unuttuğumuz için tekrar ertelenmiştir." Zaten bu kadar anlamsız olan bir anonsa arkadan bir pilotun el sallayarak ben buradayım işareti çakması da bambaşka bir tad katmıştı olaya.

Peki tabi olarak A. nın uçağı da 1 saat ertelenmişti. Pek mühim bir gecikme sayılmazdı gerçi. Sonra 1 saat daha, 1 saat daha...

Beklerken karnı acıkan A., lütfen ortamdan fazla uzaklaşmayın her an kalkabiliriz telkinleri eşliğinde yemek için ortamdan 30 dk. ayrıldı. Geri döndüğünde bir mucize gerçekleşmişti. Hakkaten kalkıyorlardı...

Uçağa bindikten sonraki 1 saat erteleme haberini yok sayarsak her şey A. için hala iyiydi. Fırtına nedeniyle uçuşunu erteletenler (korkaklar! :p ) sağolsun sağı solu her yanı boştu. Kalkmaya yakın standartdan bir sapma hissediliyordu aslında. Hayatında ilk defa cabin crew cross check bla bla talebine karşı duyduğu yanıt biraz şaşırtmıştı onu.

Cross-check completed. Cabin not secure.

Yine de önemsemedi peki. Sudoku çözemedi biraz, sonra üç koltuğa uzanmak suretiyle 2 saat boyunca uyudu...

15 Aralık - ~00:10

A. uyandıktan sonra cam kenarındaki koltuğa geçip şöyle bir dışarıya baktı. Dışarıda gerçekten sağlam yağmur yağıyordu ve kanadın ucu görünmeyecek kadar yoğun sis vardı. Bu şartlar altında uçaktaki hafif sarsıntılar da kabul edilebilirdi.

Kısa bir süre sonra, daha sonra hiç bir zaman tam olarak hatırlayamacağı ama aklına bir şekilde kazınan şu anons geldi.

Sayın yolcularımız, inişe geçmek üzereyiz. Kemerlerinizi bağlayınız bla bla bla... Ayrıca, bu iniş biraz sert olacak, olduğunuz yere sağlam tutunun...

İşte herkes dua etmeye o anda başladı. A. 'nın hala korkmadığı söylenebilir. Ama insanların suratı neden kireç gibi olmuştu? Hostesler neredeydi? Neden kendilerini bir yerlere bağlamışları? N'oluyordu?

To be continued...

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Rapor Veriyorum...

Uzun zamandır zamanım olmadığı için yazmıyordum ama artık baskılara dayanmakta güçlük çekmeye başladım. Suskunluğumu bozuyorum.

Önce küçük bir duyuru. Blog'u blogger'ın beta servisine taşıdım. Bu özünde benim için daha fazla kullanım kolaylılığı ve kullandığım diğer Google servisleriyle daha fazla entegrasyon demek. Sizin için ise temel de hiç bir değişiklik olmaması gerek. Gerekirdi en azından. Ama öyle olmadı. Yorum sisteminde şu an problem olduğunu biliyorum. Biraz dolambaçlı yollar izlerseniz yorum yazabilirsiniz ama... Tahmin ediyorum 1 aylık bir zaman diliminde çözülecektir bu sorun ama elimden beklemekten başka bir şey gelmiyor onun için özür dilerim. (Bu sorun düzelmiş bile olabilir...)

Artık her yazıya etiket de ekleyebiliyorum. Yakın bir zamanda bu beta işi biraz daha oturduğunda tahmin ediyorum epey kullanışlı bir özellik olacak bu.

Daha daha ne haber?

Bu soruya cevap vermek zorundayım sanırım... Umm, aslında pek bir değişiklik yok beni tanıyanlar için ama illa detay vermem gerekirse. Bugün %65 kakaolu çikolata denedim, güzel oluyormuş. Hatta biraz daha fazlaya da çekinmeden çıkabilirim sanırım. Bence her şey en güzel olsun her şey en gurme olsun :p

Geçen haftaydı sanırım mantı yedim yani yedik. "Ooo çok büyük haber!" diyenleriniz için hatırlatmak isterim Kayseri'ye kuş uçusu mesafem bir kuşun uçamayacağı kadar fazla. Albatros uçabilir belki yada anka kuşu ama emin değilim :). Sağolsun arkadaşlar çağırdı bizleri evlerine, yemek verdi bizlere. Gerçi mantıyı katlama işini bize yaptırdılar ama olsun ;). Bunu bulamayanlar da var. (Olur da yolunuz buralara düşerse A. ve O. tekrar teşekkürler.)

Bu aralar bir ara %6 alkollü pembe Merlot denedim. Gayet güzel oluyor, gazoz gibi. Hatta Freşa gibi. Hoş yani, deneyin tavsiye ederim.

Başka... Temizlik yaptık 2 gün önce. Ev tekrar eve benzedi. Gerçi halının üstünde acil durumlar için sakladığımız stoklarımızı da bu sebeple yok etmek zorunda kaldık... Felaket çamaşır da yıkadım ayrıca. Bir kerede 4 makina dolusu yıkadım, of ki of yani. (Çarşamba günü gelecek olan misafirim V., bunlar biraz da senin için, bil kıymetini lütfen. Gerçi bu kadar temizlikten sonra sana klasik ev hanımı tribi de atabilirim, "evde biraz pis ama kusura bakma, ev hali artık" :D)

3. çeyreğin en çok fark yaratan adamı seçildim bir yerde. Gerçi hala ne olduğumu anlayabilmiş değilim ama bana bir ton şeker, Superman'li uçan balon vs. verdiler teşekkür ettim. Ne olduğumu tam olarak anlasaydım belki daha da açıklayıcı bir şeyler yazardım ama anlamadım pek.

Şükran günü yaklaştı. Haftaya Perşembe günü kendisi. Zaten her zaman Perşembe günü oluyormuş, ben de yeni öğrendim. Okulda organize edilmiş bir yemek olayı var; oraya gidip hindimizi de yiyeceğiz artık. Ne demişler free food baldan tatlıdır. Yani tam öyle olmasa da bir şey demişler işte...

Uzun bir aradan sonra Magic The Gathering oynadım. (Eğer bilgisayar oyununu hatırlayanlar varsa, işte onu.) Bence güzel oyundu, ama para hırsıyla saçma sapan bir hale getirdiler. Genel anlamda zeka oyunu olarak kabul bile görebilirdi. Ayrıca Medieval Total War'da oynadım ama ondan bahsetmek istemiyorum; yine kaybettim...

Bunlar dışında koşturup duruyorum, etraflıca bir tatil hakkaten iyi olacak diyebilirim. (Haftaya tatil de tümden :). Ama ben de bayramda çalışmıştım ona sayarsınız artık. Yok saymazsanız da...canınız sağolsun be!)

Hayat dediğin de her zaman güzel bir şey olamıyor. Arada bir yerde gerçekten beni çok üzen bir haber aldım. Çok yakın bir arkadaşım omuzlarındaki yük biraz daha ağırlaştı. Konuşmayı beceremedim, zaten ne diyeceğimi de bilmiyordum. Yazmayı da beceremedim işte. Kolay gelsin, dostum... Bil ki...(Yanında olamadığım için özür dilerim. Bir kere daha anladım ki her an sevdiklerimizle birlikte ne kadar kıymetli ve uzakta olmak bazen ne kadar zor. )

Daha fazla yazabileceğim rasgele şey var mı bilmiyorum. Hiç sevmediğim halde bir ton detay yazdım. Aslında ben detayları ne yazmayı seviyorum ne de paylaşmayı. Soranlara veriyorum bir özet ama insanlar çok meraklı. Ben de kıramıyorum bu pek sevdiklerimi... :)

Eğer bu yazıda bahsi geçen herhangi bir şey hakkında daha fazla bilgi istiyorsanız lütfen 555 35 77'i arayın (aramayın!), yada eğer teknik zorlukları aşabilirseniz bu yazıya yorum yazın yada herhangi başka bir şey yapın ama eğer şevkimi kırmak istemiyorsanız sonraki yazılar için lütfen bana doğrudan sormayın (Evet, e-mail doğrudan oluyor.). Teşekkürler...

Sütüm yok ama muzum var, dişimi fırçalayıp yatmadan önce bence gayet yeterli bir mutluluk kaynağı. Ben tekrar gerçek hayatıma dönüyorum, şimdilik hoşçakalın.

Sevgilerimle,
Ahmet.

PS: Bu yazıyı izninizle birine ithaf etmek istiyorum. H.'cım, canım istedin yazdım. Umarım hoşuna gider. Yanlış anlamalar oluyor diye yazı yazmak istemiyordum aslında ama baktım hiç yazı yazmasam ondan bile anlam çıkarıyorsun, korktum dedim en iyisi yazmak...

Pazartesi, Ekim 30, 2006

Geçmiş Bayramlarınız Kutlu Olsun...

Bu aralar pek yazacak fırsatım olmuyor ama en azından bayram kutlamak için vakit ayırmam gerekirdi.

Hem Şeker Bayramı'nız, hem de Cumhuriyet Bayramı'nız kutlu olsun.

Ayrıca "eski bayramlar" ile ilgili hoşuma giden bir yazı okudum geçenlerde, ilginizi çekerse buyrun lütfen : Eski bayramlar geyiği..

Hoşçakalın..

Perşembe, Eylül 28, 2006

Tekrar Münih

Tekrar Münih'ten sesleniyorum...

Dönüş yolculuğumun 8 saat kadarı bir havaalanının dış hatlar terminalinde geçirmeye zorlanınca ister istemez yaratıcı oluyorum. Blog neyim yazıyorum... Bütün güvenlik kontrollerinden geçtim, ayakkabımı falan x-ray cihazından geçirdim ama değdi doğrusu sonunda priz olan bir yere girebildim.

Prizin var olması da oldukça tesadüf eseri ama neyse, bunu bulamayanlarda olabilir. Güvenlik nedeniyle kola makinesini kapatmışlar, bende onun vakti zamanında kullandığı prizi kullanarak size buradan seslenme şansını yakalayabiliyorum.

Sabahtan beri okumadığım gazete kalmadı, USA Today, International Herald Tribune, Wall Street Journal hatta ve hatta Financial Times Almanya versiyonu. Kabul ediyorum, sonuncuyu yanlışlıkla aldım. Sonrada durumu pek çaktırmamak için 10-15 dakika kadar okuyormuş gibi yaptım. Ama daha önceden dersime çalışıp 3 gazete okumuş olduğum için sadece özel isimleri takip etmek suretiyle haberleri biraz anladım bile diyebilirim. Yok diyemem aslında...

Sırasıyla Kanada, Türkiye ve Ukrayna yolcularının bekleme noktalarında yarımşar saat oturdum. Sosyal gözlem yapmaya çalıştım, yapamadım, olmadı. Ben de fizyolojik gözlem yaptım. En iyi Ukrayna yolcularının beklediği yerde uyunuyor. Kanadalıların beklediği yer ise çok gürültülü...

Son 1 sene içinde oynayıp da veritabanıma kaydettiğim en sevdiğim satranç oyunlarını inceleme fırsatı buldum. (Henüz 24 taneler.) İkisi hariç hepsini ben kazanıyorum, o ikisi de berabere bitiyor. Demek ki kaybettiğim oyunlar için de pek sevdiğim yok, hatta hiç yok. Oyun güzelliği falan hikaye mi yoksa benim için? Bunun üstünde düşünmem lazım.

Neredeyse 12 saat daha yolum var. Ben burada alakasız bir yerde oturmuş bunu yazıyorum. Üstelik şimdi yayınlayamayacağımda. Çünkü burada Vodafone’un wireless'ı var, ama bende onun aboneliği yok. Az önce bir abi de aynı şeyden bana dert yanıyordu, onda Verizone aboneliği varmış ama nafile tabi. Keşke bu işin de roaming gibi bir çözümü olsa. (Bu paragrafta vermiş olduğum tüm kurum isimlerini birbirine karıştırmış olabilir ama işte öyle bir şey…)

Bir ara Türkiye'den 10 dakikalık aralıklar ile telefonlar alıyordum. Turkcell'de fırsattan istifade bana giydiriyordu. 2.4 TL/dak. roaming ücreti mi olur be! Ben vazgeçtim bu wireless roaming işinden, hiç olmasın daha iyi. Buradan huzurlarınızda O2 ve TurkCell'e teasüflerimi iletmek istiyorum.

Sanırım şimdilik bu kadar. Umarım uçak boş olur da rahat rahat yolumuza gideriz temennileri ile hepinize hoşçakalın diyorum.

Münih 14:24 – 27 Eylül

Salı, Eylül 12, 2006

Aaarrrgh... Faz Farkı

Sabahın 4:30'undan bildiriyorum. Bu daha bir şey değil kalktığımda saat 3'e 10 vardı. Resmen buradaki hayatla aramda faz farkı var. Yanlış yerde yanlış zaman diliminde yaşıyorum...

Saçma uyku düzenimin yol yorgunluğu olduğunu düşünenler var. Öyle değil. 2-3 gün içinde düzelmeyi umuyorum ama...

En kötüsü de Sabah (bünyeme göre) akşam yemeği yemem. (Bunun tam tersi akşam için de geçerli tabi.) Kolay değil aslında 5*pi/6 geriden takip ediyorum her şeyi. Bu vücut saati falan ne enteresan şey gerçekten, insanın aklı almıyor...

Neyse, siz buradakilere iyi uykular şimdilik. Siz kalkınca görüşürüz artık. Hoşçakalın.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

Hala yoldayım...

Merhaba,

Bu blog yazısını nereden yazdığım konusunda bir fikrim yok. Avrupa'nın üzerinde bir yerdeyim. Saat alıştığım yerel saatle 11:31, ama üzerinden geçtiğim yerlerin yerel saatiyle tahminim akşam 8 buçuk civarı.

Bilgisayarımın kalan pil süresi ile sınırlı bir durumda olduğum için elimden geldiğince çabuk yazmaya çalışacağım.

Arkamda etraftaki bütün çocuklara sus demekle meşgul ancak onların hepsinin toplamından daha fazla gürültü yapan bir kadın. Üstelik herkese elindeki bagajları taşıtmaya çalışıyor. O da yetmezmişim gibi az önce yüz metreden belli bir erkek çocuğu için, sadece adı Elvan diye, dedesine oğlan mı diye sordu. Dedesi de "Benim de adım Elvan, ondan adına Elvan koydular..." diye açıklamaya başladı. Komik oldu, ama kabul etmeliyim kadın iyi toparladı durumu... Şikayet dilekçesi tadında bir yazı yazmak istemiyorum ama şunu da eklemeden geçmek istemiyorum. Uçak havalanırken, ayağa kalkıp boş pet şişe aramaya kalkarak bütün kabin ekibini paniklerden paniklere sürüklemeyi de başardı. (Boş şişeyi Elvan'ın küçük tuvaleti için arıyormuş, son olaydan sonra pek sahiplendi çocuğu. Halbuki yanında annesi, daha da ilginci uçakta tuvalet var!)

Bu uçak, ilk bindiğim uçağa göre daha küçük ama enteresandır koltuklar falan daha bir rahat, daha bir geniş. Ama öbür uçakta bir business class vardı , dillere destan. O ne konfor. Bu zavallı uçakta her üçlü koltuğun ortasındakini iptal etmek suretiyle business class oluşturmuşlar. Ama komik olan uçak boş. Benim yanımdaki iki koltukta boş, yayılmış vaziyetteyim. O zaman benim ki first class olsa gerek :)

Az önce felaket uykum vardı ama gitgide açılmaya başladı. Ne de olsa Pazar sabahı oldu benim için, artık uyanma vaktim geldi. Bakalım bu hikayeye bizim evdekiler ne kadar inanacaklar. Bugün, bunu çok sık tekrar eder oldum ama zavallı bedenim demekten kendimi alamıyorum sayın seyirciler.

Lufthansa'nın Türkiye uçuşlarındaki Türkçe anons bir kez daha saçmaladı. 1980'den kalma bozuk kasete mi kaydetmişler nedir? Bant falan kopuyor sanki, acayip sesler çıkıyor sonra kayıt ortada bir yerde duruyor. Bir ileri/geri sarma sesi sonrasında ses kaldığı yerden devam ediyor. Hayır, bence problem değil de o bant kopma ses efektinin çıktığı anda bazı yolcular ortalığa "N'oluyoruz? Motorlar mı patladı acep, yoksa kanat mı koptu?" tadında bakışlar atarak panik moduna geçiyorlar.

Evet, bu yazımı da bağlantı sorunları nedeniyle yazdıktan sonra yayınlayacağım. Ama, önemli değil en fazla 1 gün gecikme olur.

Avrupa'nın üzerinde 20 dak. ilerde başka bir yerde 8-10 bin feet yükseklikten hoşçakalın. Ankara'da buluşmak üzere...

PS: Laptop'un hakkını yemişim daktilo olarak kullanınca, epey dayanıyor!

Münih 10 Eylül - 18:42

Merhaba,

Bu blog yazısını şu anda transit geçmekte olduğum "Münşen" den yazıyorum. Her ne kadar internet bağlantı problemlerimden dolayı eve döndükten sonra yayınlayacak olsam da, ...

Yaklaşık on bir buçuk saatlik bir yolcuğun sonunda, ortalama birine göre oldukça dinç sayılırım. Ekonomi sınıfı sendromu yaşamadım pek, oram buram da tutulmadı. Lufthansa servisinden de çoğu zaman olduğu gibi memnun kaldım diyebilirim. Ancak, uçak bir felaketti. Oturduğum koltuk her nedense bir türlü arkaya yaslanmıyordu. Yanımdaki yolcu için de geçerliydi bu. Son dakikada ortama gelen herkes gibi ortanın ortasına mahkumdum ve dahili televizyon/radyo yayını uzun bir süre çalışmadı. Çok dertliyim arkadaşlar bilemezsiniz, Donald Duck gibi süper yeni bir yayını sessiz izlemek zorunda kaldım. Lufthansa neden adam gibi bir şeyler yayınlamıyor acaba? Şehirlerarası otobüslerde bile her türlü VCD eserini izlemiş benim için hoş değil tabi ki bunlar.

Az kalsın gelişim son dakikada 1 gün erteleniyordu. Overbook edilmiş uçak sendromu. Bir gün geç gelip zengin olabilirdim. Ama, sağduyum E. soğukkanlılığını koruyarak benim işimi benim yerime halletti. Zaten haydan gelen huya gider dedim ben de geçtim bu meseleyi, pek üstünde durmadım.

Lufthansa'nın, THY'den ödünç aldığı içeriyi erkek kabin görevlisi dolduralım mantığını da kınadığımı belirtmek istiyorum...

Jet-lag beklediğim gibi oldum sanırsam. Daha kesin bir şey söyleyecek durumda değilim aslında ama galiba oluyorum. Karşımızda Münih yerel saati 7:10 yazarken bize akşam yemeği veren, Münih yerel saati 16:30 gibi de sabah kahvaltısı dağıtan arkadaşlar da işin tuzu biberi oldu. Doğuya doğru bir zaman dilimi daha geçmem gerekiyor hala. Bünyeme sabır diliyorum, başka bir şey değil.

Cep telefonları, ve diz üstü bilgisayarlar hakkında da son yorumlarımı eklemek istiyorum. Bu diz üstü bilgisayarlara boşuna pil koyduklarını düşünüyorum artık. Sadece ağırlık... Bir sene kullandıktan sonra aleti, 45 dakika pil ömrüne mahkumsunuz. Bence biz bunlardan pili direk çıkarıp atalım, yerine dahili adaptör koyalım. Böylece hem ağırlığı azaltmış oluruz hem de taşıdığımız parça sayısını azaltmış oluruz. Adına da Compact Desktop Replacement falan diyebiliriz. Bu son cümlemden sonra isim önermekte iyi olmadığımın farkına vardım. Ama fikir yine de güzel...

Cep telefonlarından da şikayetçiyim. Dünyanın çeşitli yerlerinden alınmış, envai sayıda SIM kartım var. Ama rasgele bir yere gittiğimde telefon edip edememem hala tesadüflere bağlı. Geçen sene Frankfurt’ta çalışan Turkcell hattım, burada inat etmeye başladı. Diğer hatlarımın burada roaming anlaşması olduğundan bile şüpheliyim. Ne diyeyim... Teşekkürler(!)

Sanırım yazacak başka bir şeyim yok. Ankara'ya geldiğimde beni arayıp soran herkesle görüşmek üzere, hoşçakalın.

10 Eylül, 18:42 Münih. 19:42 Ankara 09:42 SF

PS : Sağol E., hem sağduyulu davrandığın hem de beni yolcu ettiğin için.

PPS : Şimdi pistteki uçaklara bakıyorum da, hepsinin 2 motoru var. Ya daha 3 saat yolumuz var… Hani tekniğinden falan anlamam da keşke 4 tane olsalardı, bizim de içimiz rahat etseydi…

Cumartesi, Eylül 09, 2006

Haftaya, buluşalım haftaya...

Merhaba,

Önce güzel bir haberim var onu vereyim. Ankara’ya geliyorum! Bu aynı zamanda benim için yorucu bir yolculuk, jet-lag vs. demek olsa da yine de güzel olacağından eminim. Umarım Ankara’daki sevdiğim insanların hepsiyle kısa da olsa görüşme fırsatım olur…

Hazır bu noktaya gelmişken, geride kalan neredeyse bir yılın kısa özetini geçmeyi planlıyordum ama vazgeçtim. Benim için çok hızlı kazanılmış ve güzel bir tecrübe ama anlatarak aktarabileceğim bir şey olduğundan yada benim yeterince iyi anlatabilecek kadar yetenekli olduğumdan şüpheliyim.

Önümüzdeki iki hafta içinde hiç yazı yazamayabilirim, yada inanılmaz derecede çok yazı yazabilirim. ??? Saçma mı geldi? Değil aslında. Yazı yazamayacak kadar çok yoğun olacağımdan eminim ama geceleri -en azından ilk 3 gün için- uyumakta zorluk çekeceğimden de eminim. O zaman Ahmet için gelsin “Örtün, üstüme örtün serin karanlıları.” …

Hoşçakalın, …

Sanırım bu sefer buraya olmadı bu. Bu defa ayrılmıyoruz, bekleyin geliyorum : ) O halde,

Hoşbulduk!

Hamiş : Beni tanımayıp da, bu geyiğimi çekmek zorunda kalan herkesten özür dilerim. Biraz daha vaktim olduğunda daha genel içerikli yazılar yazmayı öğrenirim diye umuyorum.

HamHamiş : Bu yazıyı bavul toplama işimin ortasında yazıyorum. Sanırsam apartmanda birileri yemek yaktı yine, ve apartmanın yangın alarmı felaket şekilde ötmeye başladı. Yangından değil, gürültüden evden kaçtım ve kendimi en yakın bilgisayar labına attım. Bu da bir iMac’den Türkçe karakter kullanarak yazdığım ilk yazı olmuş oldu böylece.


Pazartesi, Ağustos 28, 2006

2 Film Birden Kuşağı

Son bir kaç haftadır Cumartesi geceleri 2 film birden kuşakları düzenliyorum kendime. Ve düzenli bir şekilde, filmlerden biri Al Pacino filmi oluyor. Bir iki kere tesadüf eseri olmuş olsa da, sonradan bilinçli tercihler halini aldı bu seçimler.

Çok yakın zaman içinde izlediğim filmleri : The Recruit, Carlito's Way, Scarface, Heat, Dog Day Afternoon.

Gerçekten filmlerin hepsi çok iyiydi. Hele sonuncusu tek kişilik performans gibi bir şey. Bir oyuncu, bir film. Bu kadar basit bir denklem. Yönetmen için çok büyük bir şans olsa gerek.

Ben Al Pacino filmlerini daha önce niye es geçmişim bilmiyorum. Ama, bardağın dolu tarafından bakacak olursak, önümde izleme listeme koyabileceğim pek çok güzel film var. Şimdiye kadar izledğim filmler içinde boşu yok, diğerleri arasında olacağını da sanmam...

Pek çok güzel sahne var tabi bu filmlerde; ama bence en ilginci Heat'de Robert De Niro ile karşılıklı kahve içtikleri sahne.

Başlıkla biraz ilgili olsun diye biraz açayım diyorum bu film kuşağını konusunu ama pek açacak bir şey yok. Can sıkıntısı işte... DVD izleyip dondurma yiyorum. Olay bundan ibaret.

Hoşçakalın...

...Ama Güzel Müzikal

İyi film değil. Konu zayıf, diyaloglar eksik, mekanlar hep aynı, akıcı da değil ama güzel müzikal. Phantom of the Opera gerçek bir müzik ziyafeti sunuyor biz dinleyenlere (yada izleyenlere mi demeliydim?) (Bu son cümle bir yerden alıntı(!) duruyor ama çıkaramadım nereden?) Ama film olmamış. Olamamış işte, her şey yerli yerinde gibi ama bir şeyler eksik yine de.

Böyle bir müzikali canlı dinlemeyi çok isterdim. Belki de benim gibi henüz fırsat bulamamış olanları düşünmüş ve bu filmi yapmışlardır. Sanmıyorum öyle olduğunu. Ticari beklentiler... Hollywood yapımcılarının akıllarında başka bir şey olduğuna inanmak güç gerçekten.

Eğlendim yine de. Bir yaz akşamı için, bir miktar dondurma ile birlikte izlemesi güzel bir müzikal. Bundan sonraki hedefim, artık denk gelirse bir gün canlı izlemek olsun bu müzikali...

Perşembe, Ağustos 17, 2006

Spectacular, Spectacular

Geçen haftasonu çok gecikmeli olarak Moulin Rouge!'u izledim. Benim için beş yıl gecikme ile gelen bir şölen diyebilirim. Üstelik DVD'nin içine ekstra olarak eklenmiş kısaltılmamış ve pek çok kamera açısı barındıran dans sahnelerini izlemek de başlı başına bir keyifti.

Evita'yı andırıyordu aslında bir bakıma. Hatta Evita'dan bu yana izlediğim en güzel müzikaldi de diyebilirim. Danslar, müzikler ikisinde de çok etkileyiciydi. Bir şeyi sevdiğimi anlatmanın en iyi yolu nedir ki? Güzeldi, etkileyiciydi...

Sonuç olarak bu film bir yeniden çekim, konu deseniz öyle ahım şahım fark yaratacak bir şey yok ortada... Bütün bunlara rağmen insan oğlunun ne kadar yaratıcı olabileceğini kanıtlıyorlar ve ortaya gerçek bir eser çıkarabiliyorlar. Sırf bunun için bile izlenmeye değer.

Hafif büyülü ortam beni bir anda içine çekti desem yeridir. Oturdum, 100 yıllık bir fairy tale izledim, başka ne diyebilirim ki. :)

PS: Tadını kaçırmak istemiyorum ama değinmeden geçmek de istemem. Müzik seçimleri gerçekten çok iyi. Hiç alışık olmadığınız bir tablo içinde bir anda kendinizi Smells Like Teen Spirit, Like a Virgin, The Show Must Go On dinlerken bulabilirsiniz!

PPS: Sonra ki hedefim The Phantom of the Opera. Ama sanırım daha üç dört yıl beklemem gerekecek, yeterince gecikme sağlayabilmem için :).

Salı, Ağustos 15, 2006

Ne değişmez?

Muz ve süt değişmez.


Ne? :)

Evet, bu konuda çok ciddiyim. Düşündüm taşındım, onca sene boyunca hayatımda değişmeyen nedir diye? Baktım ki her şey değişmiş. Ama muzlu sütü sevdiğim hariç. Eskiden sabahları muzlu süt olarak içerdim, şimdi akşamları sütümü içerken yanında muz yiyorum ama büyük değişiklik sayılmaz o kadarı.

Demek ki sevdiğim şeyleri değiştirmiyorum pek. Seviyorsam bugün de seviyorum, yarın da seveceğim. O halde, niye başka şeyler değişiyor hayatımda? Onları sevememiş miyim o kadar... Kim bilir?

Keşke her şey böyle kolay olsaydı. Düz mantık, muz ve süt kadar...

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

Writely

Wordstar günlerinden beri epey bir şey değişmiş anlaşılan. Web'den yazılarımı yazıyorum, o benim yerime otomatik olarak blog'uma postalıyor. Aynı dosya üstünde pek çok kişi aynı anda çalışabiliyoruz vs. Bir ton bir şey daha... Writely, düşük beklentileri olan ama az da olsa bir çeşit döküman / kelime işlem programına ihtiyacı olan herkes için çok ideal.

Office programlarının -bana göre çok enteresan olan- evrimine hep birlikte tanık olduk. Önce kelime işlem programları vardı bir sürü. Sonra bir çok büyük firma bu işe girdi. Pek çok programı entegre etmeye başladılar, sonrada bir tekel oluştu ve herkes kendini ona mecbur hissetmeye başladı. Daha sonra açık yazılımlar ciddi tehdit oluşturmaya başlasa da, hiç kimse gerçek anlamda rakip olamadı.

Ama şimdi durum değişik. Zincir iki noktadan kırıldı. Birincisi artık küçük, entegre olmayan ve portable (yani bir kurulum gerektirmeden USB stick'imde taşıyıp, istediğim yerde kullanabileceğim) programlar yayılmaya başladı (bkz. www.portableapps.com ). İkincisi, başka bir tekelci kuruluş kuralları değiştirdi. Web teknolojilerinin gelişmesine bağlı olarak, tarayıcılarımız çok daha karmaşık işleri üstlenebilir hale geldiler. Writely, buna örnek uygulamalardan biri. Benim için çok ciddi bir alternatif. Google Spreadsheets başka bir tür için önemli bir alternatif oluşturuyor. Benim çok sık ihtiyaç duyduğum bir uygulama türü olmadığı için çok bir şey söylemem güç. Ama bu tip programları sadece ufak tefek hesaplar için kullanan ve de dosyalarına her yerden erişmek isteyenler için güzel bir tercih olabilir.

Evrimin ikinci halkası da bu oldu işte. Önce gittikçe bütünleşen, karmaşıklaşan programlar daha dağınık, daha basit, daha az işlevli ama daha kullanışlı ve kolay oldular. Paylaşımın çok kolay olması, ve uygulamalara hemen hemen her yerden erişelebiliyor olması da cabası. Bu işlerden anlayan bir adamın dediği gibi "gelecekte ağın parçası olmayan hiç bir şey var olamayacak." (Sun CEO'su görmüşlüğüm var ayıptır söylemesi :) )

Bence çok kısa zamanda II. Office Savaşlarına şahit olacağız. Umarım bunun sonucu da birincisi gibi tekel ile sonuçlanmaz.

Hoşçakalın.

Pazar, Temmuz 30, 2006

Sevgili Blog

Sana ilk defa ve tek kereye mahsus olmak üzere gerçek bir günlüğe yazar gibi yazmak istiyorum, arkadaşımmışsıncana.

Fark ettiysen eğer, sana uzun aralıklar ile yazıyorum artık. Üstelik hiç de meşgul değilim. O halde tembelim, evet tembelim. Biliyorum bahane değil ama sana yazmamak için başka sebeplerim de var. Bu sebeplerden en önemlisi bu günlüğün tek yazarlı ama çok okuyuculu olması. Yani senin anlayacağın her şey sadece seninle benim aramda değil. Bu da bende bazen garip bir his oluşturuyor. Yazarken gelişi güzel yazmakta zorlanıyorum, yer yer kasılıyorum. Bunu yazdık ama insanlar yanlış anlamazlar umarım derdi zor iş. İnanır mısın insanı yazmaktan soğutur...

Arabada giderken dinlemek için kendime müzik dosyalarından müzik cd'si hazırladım. Bir cd bu kadar mı kötü olabilir. Dinlemek istemiyorum, bildiğin kötü müzik. Burdan da şu sonuca vardım kendi çapımda, bilgisayarıma doldurduğum müzik ile dinlemeyi sevdiğim müzik farklı. Ama bu ne demek bilemiyorum, bu kadar saçma bir durumu yorumlamak zor gerçekten.

Gün içinde kaç farklı çeşit bilgisayar ile muhattap olduğumun sayısını kaçırdım artık. Çok++ :) . Program falan yazıyorum, kendi çapımda eğleniyorum. Bilgisayar programı yazarken hep düşündüğüm bir şey vardır. Her ne yapıyor olursam olayım, büyük olasılık 5 yıl sonra bu yaptıklarım bir anlam ifade etmeyecek. O halde niye yapıyorum? Al işte, benim mantıklı sebep bulma yeteneğimi aşan saçma durumlardan biri daha...

Hafta sonları yazlıkçı moduna bağlamaya başladım. Kumsala gider gibi havuza gidiyorum. Dönüşte patates kızartması falan yiyorum hoş yani. Zaten, kabul etmeliyim ortamda da bir yazlıkçı sitesi havası var. Gerçi okulun ortasında boyunda havlu, ıslak mayo, ayakta terlik kombinasyonu ile dolaşmak da saçma durumlardan biri oluyor ama, kim demiş ki saçma durumlar eğlenceli olamaz diye bence gayet güzel.

Daha doğru düzgün güneş görmeden derim soyulmaya başladı. Ya buranın güneşi daha bir sağlam daha bir yakıcı yada benim tenim hassas olmuş. Bence güneş daha yakıcı ama bilemiyorum tabi. Böylece bu yazı da boş geçmemiş oldum, deri değiştirme sürecini başlatarak. Havuza takılmak ayrıca ufkumu da açtı. Hem 10 yaşındaki çocuklardan hem de 70 yaşındaki yaşlılardan yavaş yüzdüğümü fark ettim. Kendimi tebrik edip, anlayamadığım şeyler listesine bir madde daha ekleyerek geçiştiriyorum bu konuyu da.

Bir insan hakkında her zaman öğrenebileceğim yeni şeyler olduğunu anladım. O zaman her yargı önyargı olmuş olmuyor ama? Kafam çok karıştı, emin değilim gerçekten. Bir insan hakkındaki bilgimizin dinamik olarak yeni gelen bilgiler ışığında güncellenmesi gerekir. Aksi takdirde, eksik bilgi ile iş yapıyor oluruz, normal olarak sonuçlarına da biz katlanırız.

Bu arada, pek kıymetli blog'um ara ara ben yerine biz diyerek seni de kendime ortak ediyorum. Ama artık bunca zamandan sonra aramızda ayrı gayrı olmasa gerek.

Hazır insanlardan söz açmışken, insanın uzun yıllar süren arkadaşlıkları olmasının bir önemini daha keşfettim. Şimdi bu gerçekten çok uzun yıllardır tanıdığımız kişiler bizi neredeyse bizim kadar iyi tanıyorlar. Eee bu kadar bilgiye sahip ve dışarıdan bakan bir gözden alabilecek çok akıl olmalı. Üstelik kabul etmeliyim, ... yok yok teşekkür etmeliyim. Teşekkür ediyorum tüm eski dostlarıma.

Yazmakta çok zorlanıyorum. Fiziksel şartlar müsait değil pek biliyor musun. Bilgisayarımın fanında problem var. Aleti masanın üstünde normal çalıştırınca çok yavaş çalışıyor. (Blog'cum sebebini açıklamak istemiyorum, malum teknik ayrıntı ama senin sorunu anladığından eminim.). Her neyse, aleti yükseltmem gerekiyor. Bazen iki kenarına kitap koymak suretiyle yükseltiyorum. Ama en iyi sonucu ortasına kalınca bir ajanda kutusu koyunca alıyorum. Bu sefer de alet tahteravalliye dönüyor. Klavye kullanmak artık bir denge oyunu haline dönüşüyor. Tahmin edebileceğin gibi yaz listeye bir madde daha :)

Geçen hafta sonu hava felaket sıcaktı. Bu hafta sonu ise serin. İlginç aslında. İkisi de güzel değil aslında şöyle kararında bir temmuz sıcağı istiyorum. İlgililere benim adıma iletirsen sevinirim. Bonus olarak hafif yaz esintileri de hoş olur hani. Ben de kendi payıma düşeni yaparım. Dondurma yer gezinirim sokaklarda :)

Sadece tek bir kere için bu formatta yazıyorum dedim ama hoşuma gitti aslında. Yazarım ben ara ara yine böyle. Hoşçakal şimdilik.

Pazartesi, Temmuz 10, 2006

Zidane ?!*

Her şeyi doğru zamanda doğru yerde bırakmak gerekiyor galiba. O son 10 dakika da fazla geldi ona galiba. Keşke...

Niye yaptı böyle bir şeyi acaba? Bardağı taşıran son damla neydi bilmiyorum ama onca yıldan sonra olmadı galiba... Kim bilir, ruhu mu dayanamadı, bedeni mi isyan etti acaba?

Vakti geldiğinde sahadan ayrılmak gerekir artık, 2 dakika daha uzatmak adına onca yılların getirdiğini hırpalamak çok yazık... Bu kadar iyi bir kariyer, çok daha güzel bir finali gerektirirdi. Yazık oldu, üzüldüm onun namına.

Salı, Haziran 27, 2006

Yaz Rehaveti ?!...

Yaz geldi, web sitemin ratingleri oldukça düştü. Sanırım televizyonlar gibi yaz programına geçmem gerek. Üzüm, karpuz ve beyaz peynir önerecek durumda değilim, hayır olsa güzel olur da şartlar müsait değil. :)

Önerilerinize açığım, blog için konu önerileri, blog dışında içerik önerileri. Sonuç olarak bu işin arkasında tek bir kişiyim, ve bu işe ayırabileceğim zaman ölçüsünde gelecek teklifleri değerlendirmeye açığım.

Çok büyük sürprizlerle gelmem zor. Ama yine de ilk hareketi sağlayacak bir kaç ufak değişikliğe her zaman gidilebilir. Önerilerinizi ve bir türlü gelmeyen yorumlarınızı bekliyorum.

Teşekkürler.

Dünya dönüyor

Hayat bir oyun, onu kurallarına göre oynamak gerekir. Ama kuralların değiştiğini de göz ardı etmemek lazım. Dünya o kadar hızlı dönüyor ki bu günlerde 10 yıl öncenin kurallarıyla bile oynamak mümkün değil. Her şeyi hemen hemen günü gününe takip etmek gerekiyor. Bu değişimin farkında olmamak büyük sorunlar doğurabilir.

Üstelik dünyanın bir de ivmesi var. Örneğin, 1996'ı on yıl öncesinin yani 1986'nın dünyasına göre yaşamak 1 birim hataysa, bugün on sene öncesini, 1996'yı yaşamak en azından 100 birim hatalı bir seçim. Bilgi çağının içindeyiz deniyor. Bana göre bu artık sadece bilginin birikim hızı ile ilgili değil. Bilginin yayılma gücü ile de ilgili. Dünya tarihi boyunca insanların, bu kadar muğlak, geniş, merkeziyetçi olmayan, doğrusu yanlışı birbirine karışmış ama bir o kadar da çok kaynaktan ve hızlı bir şekilde bilgi bombardımanına tutulduğu dönem olmamıştır.

90'lı yılların ikinci yarısını sarsan dot com patlamasının, daha büyüğü geliyor. Üstelik, bir önceki serinin balonun patlatan hantallıktan arınmış olarak. Şirket yok, tek bir büyük güç yok sadece insanlar, bireyler var. Merkeziyetçi olmayan yapının daha zeki kararlar verebildiği ile ilgili yazıları internette bulabilirsiniz (The Wisdom of Crowds) .

Buna bir çeşit ağ kültürü de diyebiliriz. Network'ün gücü ile insanlar 80'lerin sonunda tanışmaya başladı. Birbirine bağlı bilgisayarların yapabildikleri gerçekten çok etkileyi olmalı o dönem insanları için. Sonrası, bir şekilde gelişe gelişe Internet... Yapay sinir ağları üzerinde ki çalışmalar, kablosuz algılayıcı ağları, bilgisayar ağları vs. de cabası. Kaçınılmaz son olarak P2P ağlarının, instant messaging programlarının hızlı yaygınlaşması. Sonunda insanlar yaratıcı fikirlerini de ağlar ile birleştirmeye başladılar. Bana göre kaçınılmazdı, şimdi önemli olan sonuçlarını doğru tahmin edebilmek ve ona göre uygun davranışları seçebilmek (tabii ki takım arkadaşlarımız ve bağlı olduğumuz ağlar için).

( İnsanlarda bir şeyleri paylaşma, yayınlama isteği ne hayret verici düzeydeymiş de kimsenin haberi yokmuş. Bu son iki yüzyıldaki medya patlaması mıdır insanların bu dürtüsünü tetikleyen yoksa ondan öncede var mıydı bilmiyorum. Aslında çok da ilgilenmiyorum, aslolan durumun tanımlanması. )

Gelişen ağ kültürü içinde önemli tespitlerden biri insanların temel olarak yalnızlaşması. İnsanlar önce kalabalıklar içinde tek başlarına kalmaya başladılar. Çünkü dünya o kadar büyükken çevreleri o kadar küçüktü ki... Internet aracılığıyla yeni ağların parçaları olmaya başladılar. Bu ağlarla tek bağlantı arayüzlerinin bilgisayar olması onları iyice yalnızlığa itti. Sonuç, bir ağ çercevesinde birbirine bağlı tek tük ortak özellikleri olan bir sürü insan.

Bu konu gereğinden fazla uzun, toparlamaya çalışmak imkansız. Ama önemli olan durumu doğru analiz edip doğru hamleler yapabilmek. Zaman hiç olmadığı kadar hızlı akıyor, hamle sırası bizde ve akan zaman bizim zamanımız. Aynı anda hem sürekli değişen yeni kuralları fark etmeli hem de onlara uygun hamleleri yapmalıyız. Ve tek bildiğim şey elimizde bir açılış kitabı da olmadığı, çünkü... Evet bu oyun dünkü oyun değil, artık bambaşka bir şey.

Hoşçakalın.

Kısa kısa notlar
  1. Gelişe gelişe Internet'e dönüştü demişim. Internet diye sabit bir şey yok ki aslında. O da sürekli değişen. Çok hızlı şekil değiştiren bir canlı gibi, hayat gibi.
  2. Küreselleşmenin ve bu insan ağlarının karşılıklı etkileşimi inanılmaz boyutlarda. Birbirlerinin hızına hız katıyorlar, iki bir arada var.

Cumartesi, Haziran 24, 2006

YouTube-o-mania

I am not watching TV anymore...YouTube takes its places for me, for the last couple of weeks.

I am sure you know the website YouTube. At first I was using it to find some video clips and etc, now I am regularly watching some channels. It is incredible that, average person on the street with a poor web cam has a chance to publish his own videos. Quality is not good, content is not creative or entertaining most of times but I still watch them. Why? Because they are different.

"Different" is the keyword shaping our new internet experience. It all started with blogs. Why do you read blogs? Content is poor in comparison to a newspaper. They are not updated so often. They all have the same look and feel, no originality. Why then? Because they are different. Different in an amateur sense.

A picture is a worth thousand words. So what about a video...


Video Blogs may be the next generation of blogs. They may turn into a bigger thing indeed. For instance Brookers, who has more than 7000 subscribers, get an offer from a big TV network.

One important thing to learn is media is not centralized any more. You do not need lots of employees and great amount of capital to be famous and/or important. Big media networks are facing with this, and starting their own blogs. There is a great market out there which I prefer to call "decentralized media network". Blogs, podcasts and now video blogs. Though, none of them is more popular than their predecessors newspapers, radio stations and TV, one day they will be.

I am not sure, how copyright issues will be resolved in this environment. In terms of personal publications (like this blog) owners can set their own rules, but by publishing in a such a free space they are in general supposed let their own work distributed freely. They may require it to be distributed as is, without changes but I am not sure how this is going to be satisfied. Other issue is people publishing others copyrighted "commercial" works. Such as people publishing video clips. You can find any clip with lots of variations event with some live performances on youtube. I do not know how copyright issues are handled and I do not think there is any action at least for the time being.

What about my favorites on youtube. Well, in general I like cutiemish. I think she is funny. And, a fast(!) version of pump it which recently become popular is also good. There are lots of other good stuff. Don't forget to let me know if you find sth. really good.

Thank you for watching and see you soon. :)

PS: Do you think that most of the publisher also have a myspace account is a coincidence? Personalized publishing is approaching bam bam bam...

Pazartesi, Haziran 19, 2006

Simply 6

Are you looking for a password? Then, you would better look around. This is like a game, say a puzzle. You will not reveal any secrets at the end but it is still fun to play. Caesar may help you find where to look for a square? Everything you need is here on this post. Neither a big nor a real challenge is this. However it was a big deal for me to prepare it. Final hint, minimum sentence length is six, I would say you better consider this. Now it is time for secrets to reveal.

I would read carefully if I were you, from now on. You get it right, I am not busy nowadays and preparing puzzles for you my dear readers. Read again and look for more, if you cannot figure out what is this at the end. This step will let only worthy ones to move on next. All you need is an open mind, open eyes may also help though. For your convenience lots of redundancy is added appropriately, use them! Acrostic is an important thing to know, in order to decipher this correctly. I guess that is enough here comes the first part. May the force be with you!

WALT ADWH TNSO WMAE HTDE YTYP OTDS AHTA OLWP

FAQ:
  1. Starting from this point, do not look for keys, codes, hints or etc. This portion is just to give a general idea.
  2. This is a simple treasure hunt style game. You have to find keys to move on next steps.
  3. At the end, nothing real waits for you, your only compensation is the fun you have while solving this puzzle.
  4. Do not ask me about new hints or the answer. I will give the answer in 4 weeks time.
  5. I may update, this faq portion from time to time.

Cuma, Haziran 16, 2006

Okurları Kızdırmadan...

Merhaba Tüm Okuyucularım, :)

Havalara girdiğime ama o kadar da sebepsiz değil aslında. Daha ziyade zaman yönetimini beceremediğim için yeni yazı yazamadığım şu 3 haftada (özellikle son zamanlarda) pek çok sayıda okur mektubu(!) aldım.

Anlaşılan, herkes bana arayı bu kadar açtığım için kızgın. Neyse, artık daha fazla kızdırmadan sizleri özür dileyip, yayınımıza kaldığım yerden devam ediyorum. :)

Arada geçen uzuuuun zaman dilimi dahilinde neler oldu. Okul oldu hatta bitti, zannedersem biraz da oldu bittiye geldi. Geride bıraktığım bir okul yılı daha, diğerlerinin arasına gitti, uzun listeme eklendi.

Yaz geldi, sonra geri gitti, şimdi yavaş yavaş yeniden gelmeye başlıyor. Ben de anlamadım bu nasıl iştir ama öyle. Arada bir iki günn soğudu sonra toparladı tekrar.

Dünya Kupası ile ilgili gelen pek çok soruya cevaben yazıyorum. Maalesef maçları izleyemiyorum, saatleri çok ters. Ama burda insanlar sabahın 6'sında toplanıp maç izlemeye falan gidiyorlar, ki kendilerini takdir ediyorum.

Dinlenmeye fırsat buldum, pek hoş oldu. Yorulmuşum şaka maka. Öğrenciliğin sevdiğimiz yanlarından biri olan uzun tatilleri desteklemeye devam ediyoruz. Gerçi bulunduğum yer itibari ile öğrencilik denilen kavramın cılkı çıktığı için ben artık tam olarak ne olduğumu kestiremiyorum. 2 çocuğu olan evli barklı 30 yaşındaki adam da öğrenci, 60 yaşındaki amca da öğrenci, ben de öğrenci. Nasıl yani?

Tahmin ediyorum bundan sonra yazmaya daha çok vaktim olacak, o zaman yeni yazılarda buluşmak üzere hoşçakalın.

Sevgilerimle.

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

...23

Doğum günüm kutlu olsun!

Hatırlayan herkese tekrar tekrar teşekkür ederim. :) Beni 3 gün önce hazırladığım, "unutulduk be!" konulu bir yazıyı yayınlamaktan kurtardınız. Ama "yaşlandık be!" konulu bir yazıyı yayınlamaya hala ihtiyacım var.

Hayatımın en radikal "yaşını" geride bıraktım. Neresinden baksam güzeldi aslında. Değişimin kendisi başlı başına güzel zaten. ;) Gelecek yıllar da umarım en az şimdikiler kadar iyi olurlar, tabi daha az yorucu olmaları her zaman tercihimdir. :D

O değil de, ne gerek vardı ki şimdi, büyümesek iyiydi be! :p

Biraz smiley'i bombardımanına maruz kalmış bir yazı oldu ama, artık sizde "doğum günü çocuğunu" maruz görün! :)

Hep birlikte olmak dileğiyle, hoşçakalın.
Ahmet (23) ...


Alakasız bir son not olarak:

The highest morality may prove also to be the highest wisdom when the half-told story comes to be finished. -- Sir Arthur Ignatius Conan Doyle

Perşembe, Mayıs 11, 2006

Zihni Sinir Yetiş!

Konuya direk giriyorum, şöyle bir aparat istiyorum. Yapana müteşekkir olurum, yapanın zengin olacağına da eminim. Hiç bir hak da talep etmem üstelik.

İnsanlar bilmediğim sayıda çok değişik nedenlerden ötürü bazen söylemek istediklerini direk söylemezler. İma etmeye çalışırlar değişik yollardan. Hatırlatıcı, ipucu verici öğeler kullanırlar. (sığ ama öğretici bir örnek : "Yeni araba aldım, haha zenginim koçum senden" yerine "ben bu kadar çok yakan araba görmedim, hehe ne talihsizim. -- Artık eşşek değilsen anlamışsındır, arabam var!") Evet gerçekten cok sığ bir örnek oldu. Şimdi buradan arabayı çıkarın yerine icabında sizi maddi/manevi olarak tatmin edecek bir kaç bir şey bulun. Siz yapmıyor musunuz, size yapmıyorlar mı?

Şimdi sevgili arkadaşım, kızgınım sana. Ben senin ne demek istediğini biliyorum, sen gerçekten ne demek istediğini biliyorsun. Eee, o zaman bu kadar sahteliğe bu oyuna ne gerek var. Üzme beni, gel doğrudan söyle, ne diyeceksen de. Birbirimize saygımızı yitirmeyelim durduk yere. (Diyebilirsiniz ki, sen öyle değil misin. Evet, bende böyleyim maalesef. İnsanoğlu ne kadar sahtekar!)

İnsanların Dolaylı Yoldan Konuşmalarını Engelleyici Procesi : Bir insan dolanbaçlı yollardan bir şeyi ima ederken devreye giren vücuda monteli nano-teknoloji vs. ürünü bir çip kişinin beyin sinyallerini kontrol ederek kişinin söylemek istediğini doğrudan söylemesini sağlar. Bu buluş ile birlikte insanların önündeki iletişim ile ilgili sorunların pek çoğunun çözüleceğine inanılıyor.


Hoşçakalın, saygıyla kalın.

PS: Meşhur soruya erkenden cevap. Kimseyi hedef almıyorum. İnsanlara yazıyorum genel olarak. Tek bir kişi ile derdim olsa gider kendine söylerim, buraya yazmam!

Ne Dinliyorum?

Vakit darlığından çok ihmal ediyorum burayı bu aralar. Başta kendimden, tüm herkesten özür diliyorum...

Aslında uzun zaman olmuştu "Ne Dinliyorum?" bölümü eklemeyeli. Parça parça bakalım.

  1. Ankara'lı bla bla bla lar serisinden, Ankaralı Namık'tan sıkıldım. Kastamonulu Hasan (Hasan Yılmaz) dinliyorum. Bu seriden herhangi birini 10 dk dan uzun dinlemek mümkün değil ama 10 dk da adamı kendine getirip diriltiyorlar bir. Güzel oluyor gerçekten.
  2. Post-modern Müslüm Baba dinlemek ile dinlememek arasındayım. Müslüm Gürses'i daha önce hiç dinlemedim. Bu kadar reklamdan sonra "Aşk Tesadüfleri Sever" albümünü şöyle bir dinledim. Şarkıların orjinalleri hakkında bir fikrim yok ama aranjmanlar nasıl yapılmışsa tüm şarkılar aynı gibi. Müslüm Baba'nın sese ve tempoya göre yavaşlatılmış ağırlaştırılmış... Bence hoş değil. Sadece "Nilüfer" adlı 5. parçanın hoşuma gittiğini söyleyebilirim, güzel hatta söylüyorum işte.
  3. Arkadaşın biri ( E. ) sağolsun bir miktar şarkının Akustik versiyonlarını verdi bana. Kendi küçük akustik şarkılar koleksiyonum 6-7 katına falan çıktı. Böylece bende Alanis Morissette - Hands Clean ve Sheryl Crow - Run Baby Run gibi güzel yorumları dinleme fırsatı buldum.
Şimdilik bunlar var favori playlistlerimde.

Hoşçakalın.

Pazar, Mayıs 07, 2006

Looking for *guest* bloggers

I WANT YOU


Hey, dear friends and fellow readers. Now it is your time to write. To make this place more fun for all of us, we need some post from others. Would you like to consider writing one for me. I would be grateful.

What am I looking for? Anything. Just send me anything that you want me to publish on this blog. I prefer it to be in a "blog" format but still this is not a requirement. Do you want to post only images, that is also okay.

You don't need to know me personally. You are my friend only by reading my blog. You don't need to write long/aesthetic bla bla bla. Just write as you are.

Which language? I would personally prefer Turkish, English or German. However, you can send in any language. Which ever you like most. I would be very happy if it is sth. that Babel Fish can translate.

You can run but you cannot hide.

Yes, I know you are reading this page. I know lots of ppl read this page from many different places. I know you do not like writing comments (excluding H.) but this time make a favor and try writing sth. for me. ( Well, If you do not feel like writing today, you are still welcome to these pages. And if you want to send sth. to me but do not want to it to be published - as some of you did - that is also OK.)

Thank you all.

San Francisco Symphony :)

Hayatımın hoş anları hanesine bir çentik daha attım. SF Senfoni Orkestra'sını canlı canlı izledim. Benim için müthiş bir şeydi. Ne senfoni orkestraları ne de Mozart gerçekte benim duygularımın tamamına seslenmiyorlar. Ama güzeldi yine de...

Neden güzeldi? Bilmiyorum, eğlendim işte... Her hoşuma giden şeye neden bulmama gerek yok ki. Senfoni binası başlı başına güzeldi. Benim gibi şehirlerden ve mimariden hoşlanan biri için ise muhteşemdi. Özellikle konser salonu çok ilginçti. Devasa boyutunun yanında, bence ilginç bir şekilde daha önce gördüğüm bir yere benziyordu. Balkonlarıyla birlikte Star Wars'da cumhuriyet döneminin konsülü desem, ne dersiniz? Bilmiyorum, belki alakası yoktur ama sahne biraz daha havada dursa sanki olur gibi.

Sonra aklıma Metallica & San Francisco Philarmony 'yi dinlemenin ne kadar güzel olacağı geldi. Böyle bir şansım belki hiç olmayacak ama bu şu an bu ikiliden "Star Wars - Imperial March" dinlemem için engel değil.

... Toparlayayım biraz. Belki bir daha hiç gitmeyeceğim o salona; ama bir kere için bile olsa orada olmak güzeldi. Bundan sonrası için belki kendime "yapsam kesin zevk alacağım hoşluklar listesi" gibi bir şey bile hazırlayabilirim. İlk bir kaç hedefim de şöyle olur herhalde : Louvre Müzesini görmek, canlı canlı Şampiyonlar Ligi finali izlemek, Pekin 2008 biraz zor gibi ama, Londra 2012 pek ala listeye eklenebilir.

Sanırım şimdi listemle ilgilenmem gerekiyor. Onun için şimdilik hoşçakalın... :)

Salı, Mayıs 02, 2006

Countdown...



Sonradan gelen düzenleme: Countdown görevini tamamladı. Hem hiç post silmemiş olmak adına, hem de anı olması için burada bırakıyorum. Ama anlam ifade etmiyor...

More Google For Me!

I recently find out that Google offers a personalized homepage. (www.google.com/ig)

It allows you to modify your Google homepage as you wish. The beauty of the system is there are infinitely many modules to use (including 3rd party modules). You can add whatever you like to your page.

Now, my personalized home page allows me to read some RSS feeds (some of my favorite blogs and newspapers). I can see a summary of my GMail inbox. There is a calendar, which works synchronously with my Google Calendar. I have a quick e-mail sending module. My daily horoscope is always there :). I also added a Wikipedia search tool under my Google Search... Yes, if someone sends me a Google Talk message, I can easily respond it. Did I mention about my post-its?

Google is so huge, it offers so many tools and now I can integrate all in one page. I wish I could add more modules w/o slowing down it so much.

Try it, I am sure you will love it. And if you like, you may also add RSS of my blog to your homepage (or to your Google Reader, whichever you like.). Simplest way to do so is to use the link on the side bar.

Google, I don't know are you evil or not but thanks for simplifying my life.

Perşembe, Nisan 27, 2006

Knowledge++

Yet I learnt one more thing about people. It is hard to formulate, but let's try it.

If someone thinks most of the people are weak in some aspect, probably he has a suspicion that he has a weakness.

Well, this does not seem to work. Let me try to explain with examples,

Say Alice thinks that everybody on this earth is a liar. She is probably a liar. Since we people think that everybody resembles each other, she thinks other people are liars also. She does not trust anyone because she is not trustworthy but she is not aware of this.

Or, say Bob is a real paranoid. He is probably thinking that everyone is also a paranoid and they are working for his failure. ( People who are not paranoids are not people actually. They are out of this world. Mulder, who is the only normal guy that Bob knows, is working on them. And "truth is out there, somewhere", even though Scully does not thinks so. ??? )

(off-the-record geek, in cryptography related texts parties trying to communicate with each other securely are named Bob and Alice. They are both nice people indeed. Neither Alice is a liar, nor Bob is a paranoid. Maybe, they should change the names in the books with Scully and Mulder and let Bob and Alice enjoy the spring instead of working for crypto textbooks as dummies)

I hope you get the point. Because I do not think I can explain it better. I know it is not crystal clear....

...

(This one turned out to be one of my stupidest posts. I decided stop this torment right now. Thanks for being nice and reading up to this point. Have a nice weekend! :) )

Pazartesi, Nisan 24, 2006

Rastgele Ben!

Meraklısına - yorumsuz -
for the curious - w/o comments -







Söze pek gerek yok sanırım, olabildiğince kişisel bir günlük girdisi...Hatta şimdiye kadarkilerin en kişiseli. Benim sitem, benim resimlerim, benim egom! (:

Pazar, Nisan 23, 2006

Kaç Kibritiniz Kaldı?

Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi.


Bazı insanlar ne kadar gafiller, anlamak da güçlük çekiyorum. Bir tercih olarak değilse bile göz göre göre yalnızlığı seçenler, böyle olsun isterler mi gerçekten? Gözlerini bir hırs bürümüş ki anlaşılabilir gibi değil zaten...Ama...

Evet, bence aması var. Hayat o kadar karmaşık değil, gerçekler buz gibi ortada aslında. İnsanları bir kere kandırabilirler, ikinci defa göz boyamak oldukça zordur. En fazla ne kadar sabır gösterebilirler ki insanlar bu garibanlara? 3 defa, 5 gün yada bir müddet daha... En uzun süre kendilerini kandırabilirler, ve de öyle yapıyorlar...

Nasıl oluyor anlatayım. Ya da ben hiç anlatmayayım. Andersen anlatmış zamanında hepimizin yerine...

Kibrit birden alev aldı; ... parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. ... Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı...


Hayatın bütün soğukluğu bir anda bir kibrit alevinde kayboluyor bazıları için. Düşlere dalıyorlar. Bir anda yakaladıkları mutlulukla adeta güçleniyorlar, kırılmaz kabuklarının içine çekiliyorlar. O dakikadan sonra ne kadar kolaydır artık insanları satmak, insanlarla oynamak...

Alevler o kadar uzun dayanmıyor gerçi ama önemli değil. Ne de olsa daha çok kibriti var kibritçi kızların... Kibritler de kaybettikleri arkadaşları gibi bir bir azalıyor ama kimin umurunda...

Derken kibrit sönüverdi. ... o tatlı düşler de sona ermişti. ... Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti.


Herkesin ilk fırsatlarını tepme hakkı vardır. yoksa bile olsun :) . Gözlerini bürüyen sis perdesinden gerçeği göremeyenlerin ise istedikleri kadar hakları vardır. Bırakın özgürce kullansınlar. Biz onların bencilliklerini gördükçe onlardan uzaklaşırız. Onların bir adım atmalarını bekleriz artık. Çok uzakta olduğumuzu kim söyledi. Sadece temkinliyiz, bir adım gerideyiz. Bir an için gerçeği görseler de ikinci kibriti yakmakta gecikmez inatçı olanları. Üstelik bu sefer duvardan yana dönerler... Biz geri durdukça bizden kaçarlar sanki. Üzülüyorum onlar için, doğru yolu bulabilirse keşke...Sırtları bize dönük insanları sevmek ne kadar zordur halbuki.

Kaç kibritin kaldı kibritçi kız? Bilmesen de olur, ne de olsa daha çok kibritin var kibritçi kız... Kibritler de kaçırdığın fırsatlar gibi bir bir azalıyor ama kimin umurunda...

Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi...


Kibritçi kızın son kibritiydi üçüncüsü. Biraz daha uzun dayandı, ama o kadar... Senin kaçıncı kibritin bu hiç düşündün mü? Umarsızca yakarken bir bir kibritlerini. Hiç düşündün mü, bu dünyada gerçek mutluluk nedir diye? Bilir misin, ne ummadığın şeyler mutlu eder insanları?

Uzaktaki güzel günlerin hayalleri mi daha güzeldir hiç senin olmayacak, dokunamayacağın, yoksa başka insanlarla ortak olduğun hayaller mi güzeldir hep elinin tersiyle ittiğin?

Kaç kibritin kaldı artık benim de umurumda değil kibritçi kız... Ama unutma, kibritler de tek tek yitip giden günlerin gibi bir bir azalıyor.

Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.


Bir gün kaçınılmaz son gelecek hepimiz için...Şimdiden birileriyle hayallerini paylaşman gerek. Yoksa kimseye anlatamazsın, hangi değerler için yaşadın, ne için yaşadın, neydi amacın? Kimse bilmez... Sen kendi sahte mutluluklarında kaybolmuşken, acırlar insanlar sana. Bilemezsin, anlamazsın ancak kızarsın ve kaçarsın. Acırlar insanlar! Yazık değil mi be güzelim sana?

Hoşçakalın.

Notlar:
  1. Andersen'in "Kibritçi Kız" öyküsünu buradan okuyabilirsiniz.
  2. Şimdiden cevap veriyorum. Hayır, bu yazının belirli bir hedefi yok. Genel olarak yazdım. Ama var böyle insanlar, bu da kesin.
  3. Olur da aklınıza bir veya iki isim gelirse bu yazıyı okurken; onların yanına gidin, yalnızlıklarına ortak olun izin verirlerse. ;)
  4. Yorumlarınızı bekliyorum. Her zaman ki gibi, hiç gelmeyecek olan yorumlarınızı. :|
  5. "Masalı tersinden anlamışsın sen!" diyor olabilirsiniz benim için. Hayır öyle değil ama. Sadece istediğim gibi kullandım ben masalı. Hiç bilmeyenler için biraz yanlış aktarmış da olabilirim, ama amacım burada masalı anlatmak değil. Bu hüzünlü öykünün aslını her isteyen yukarıdaki bağlantıdan okuyabilir. Ben sadece gereksiz derecede acıklı bir çocuk öyküsüne nazirelerle süslü bin hayat öyküsü anlatmaya çalıştım! ağır laf oldu...beni aşar (:

Cuma, Nisan 21, 2006

Long time no post...

Because of the technical difficulties I experienced with my blogger/server company combination I was not able to post new articles for the last few weeks.

I decided to move on WordPress and Murphy laws worked at the same instance. Blogger start working after I installing WordPress. So, at least for now, I will keep using Blogger. I guess the source of the problem was Blogger. There was a maintenance yesterday and now it is working. I am not sure about it though...

I hope, my friends are still checking this site for updates. Once again "Welcome Back!".

PS: Onur, thanks a lot for your continuous help, during this situation. :)

Perşembe, Mart 30, 2006

Yağmurla Barıştık

Uzun yıllar neredeyse kurak denilebilcek bir iklimde yaşadıktan sonra, okyanus civarında yaşamaya çalışmak kolay değil. Fiziksel olarak uyum sağlasam bile bir de işin ruhsal durumu var.

Mesela yağmur. Ankara'da yağmur yağdığın da dışarı çıkmazdım. Bu kadar basit ve net. Yağmur yağdığı zaman sokakların boşalmasını da oldukça normal karşılardım. Sanki, yağmurda eriyeceğim... :) Yağmur da zaten pek can sıkmazdı Ankara'dayken. Yağdığı yağacağı 2 saat, o da en yağmurlu sezonda bile haftada üç beş kere.

Ama burada işler öyle değil. Bir başlıyor yağmaya, en az sekiz saat. Bazen günlerce... Yapacak bir şey yok, yağmurla yaşamaya alışmaktan başka.

Ama dediğim gibi savaş baltalarımızı gömdük yağmurla biz. Teslim olduk birbirimize. Giyiyorum -Ankara'da hiç giymediğim- yağmurluğumu, atlıyorum bisikletime, çıkıyorum yollara. Yağmur da yağıyor kendi halinde. Bazen öyle böyle yağmuyor gerçi, ama rahatsız da etmiyor.

Artık yağmur da erimeyeceğimden eminim. Hem yağmur sonrası toprak kokusunu da sürekli içime çekebiliyorum. Güzel aslında be! Bir de güneş kendini özletmeseydi... Ah! İşte o zaman çok güzel olurdu.

Pazar, Mart 26, 2006

Hey Gringo!

Where life had no value, death, sometimes, had its price. That is why the bounty killers appeared.


İki gün içinde üç adet "Spaghetti Western" izledim ve aşırı kovboy modumdayım. Meksika, Teksas vs. yerlere uzaklık ile ters orantılı bir his olsa gerek. Sanki insan oralara yaklaştıkça daha bir etki altında hissediyor kendini. Gerçi izlediğim filmler İtalya'da çekilmişler ama o ayrı mesele (Alakasız Not : Karşı komşumun penceresinden görebildiğim kadarıyla duvarlarında dev gibi bir Teksas bayrağı var. Değişik bir vatan bağı doğrusu.)

Filmlerin isimlerini bir kere de söylesem yazıyı uzatmama gerek kalmaz herhalde, onlar benim adıma anlatırlar durumu: (izlediğim sırayla)
  1. The Good, The Bad And The Ugly (İyi, Kötü, Çirkin)
  2. For A Few Dollars More (Bir Kaç Dolar İçin)
  3. A Fistful Of Dollars (Bir Avuç Dolar)
Tabi böyle bir yazıda Clint Eastwood, Lee Van Cleef, Eli Wallach, Ennio Morricone, ve Sergio Leone isimlerin de en az bir kere geçmesi gerekir.

Filmlerin hepsi çok güzel ama kendi aralarında sıraya dizmem gerekirse eğer - ilginç bir şekilde - sıralama, izleme sıralamamla aynı olur. (Daha da ilginç bir şekilde yapım yılları sıralamasının tam tersi bir sıralama olur!)

When a man's got money in his pocket he begins to appreciate peace.


Pek çok klişe sahne ve müzik de var bu filmlerde. Bunun kötü, sıkıcı bir şey olması gerekmez mi? Hayır, çünkü ilk defa bu filmlerde var bunlar. Yani klişe sayılmazlar. Macera hiç bitmiyor, konu sürekli değişiyor. Sıkılmak adeta imkansız. Tek nefeste, baştan sona izlemek hiç de garipsenecek bir durum değil.

Filmler hakkında daha fazla konuşmam gereksiz. Genel olarak western tarzı filmleri seviyorum zaten. Bunlar güzel olmakla birlikte yegane sevdiklerim değiller. Belki bir gün onları da yazarım ama şimdi konuyu dağıtmadan bu üç filmle ilgili bir olayı anlatayım.

Clint Eastwood ile nasıl karizma yaptım?... Az aşağıda :) (ya da o karizma yaparken ben nasıl üzerime alındım :) )

Şimdi şöyle oluyor, DVD'leri kütüphaneden alırken orada çalışan eleman şöyle bir gösteriyor "Bir Avuç Dolar"ı. "Bu mu?" diyor. Ben de "evet" diyorum haliyle. Ve efsanevi cevabı alıyorum, "Bence gelmiş geçmiş en karizmatik ve başarılı aktör Clint Eastwood, ne kadar iyi bir film seçimi". Blondie edasıyla hafiften gülümsüyorum... [bu noktada sadece şapkam, çizmelerim ve pançom eksik!] Kendime pay çıkartmış gibi oldum biraz ama neyse...

Şaka maka, adam gerçekten efsane adam, ben de takdirlerimi burdan kendisine yollamak istiyorum.

Brokeback Mountain ve öncesi

Şimdi "Brokeback Dağı" da western, bunlar da western. İnsanların, olayları tamamen çarptırmak suretiyle başka yerlerden sempatik olmak adına böyle bir western geçmişini bu hale getirmelerine kızıyorum. Bu son filmin, diğerleriyle alakası olmadığını biliyorum. Ama ben yine de bu yeni nesil kovboyların "Man With No Name" in adını lekelediklerini düşünüyorum. Burası tamamen kendi fikrim tabi, tartışmaya her zaman açık. Nihayetinde, hiç kimseye karşı hoşgörüsüz olmak niyetinde değilim.

Listen, I forgot to mention... He's not alone. There's five of 'em.


Şimdilik bu kadar. Belki bir gün daha güncel filmler hakkında da bir şeyler yazarım. Yorumlarınızı her zaman bekliyorum.

Adios Amigos...

Not: Bu yazının bir kopyası beyazduvar.com'da yayınlanmıştır.

Perşembe, Mart 23, 2006

After a damn quarter

How can I describe my feelings about this quarter? Hate, loneliness, feeling useless and empty, losing academic desire and joy, feeling deceived...bla bla bla [many more which I prefer not to write any more]

The only thing I dreamed of was seeing the end of quarter without going insane!


I *really* do not want to write anything about first ~10 weeks of the quarter. But a quick summary may be helpful for those who are new to my blog (and my life!). Concentrating on a random exam and missing most of the classes of first three weeks. After learning that I failed the exam miserably (for which I studied 3+ months) I realized that it is already the half of the quarter, which means MT time. Missed rest of the classes with lack of motivation...With the anger of the notorious exam I took classes which I am really do not have enough background. Working hard hard hard just to catch up with the material. Finding an evil class project in my hands. More than one disorganized classes...Breaking my personal record of sleepless nights in a row...

Then Spring came, with white flowers and beautiful smells...

As a son of Spring, my spirit have the ability to speak with Spring. Everything changed two weeks ago. As the rains passed away, all the bad feelings gone from my soul with the lukewarm spring wind...

I do not know what changed me that much, most probably just the weather. It may also be a little word or a spofes. Maybe all of them or none of them, who knows? May be I have not changed at all, I just recovered from a nightmare. Frankly, I don't need to know the reason. The only important thing is I am back!

I fall back to my original plans. (Which is good, after months of discussion with myself, I finally have a decision!) I guess I am on the right track for now, but will see together :).

(For the curious : Did I completely abandon the plan for going into business? No, not actually. Say, I postponed it for the time being.)

Finals. Neither I had the energy nor the motivation for studying the finals.

Although I feel much better at finals period, it is hard to learn everything in two weeks. So I tried to do my best. I was tired of these weird classes. I hope next time I will be wise enough not to pick all fantastic classes for my study list. I do not care about the result of this quarter that much actually. Since this was my worst quarter in all terms, I hope this will be my all-time dip, and my trend starts to going upwards.

Phoenix will eventually born out of its ashes...

I do not believe legends or miracles. But what I believe is everything cannot go wrong forever. Some kind of an evil combination of events put me in that bad mood, and some kind of another combination recovered me back. I am feeling much better now.

What is next? [Yes, this is the most important question.] I would like to let Vivaldi answer it for me. After L'Inverno, it is time for La Primavera (which is my favorite of all four!).

What is next, in the near future? Spring break, time for relaxation and refilling my energy bars!

It is all about "The Good, The Bad and The Ugly"...


This period of time taught me so many lessons. I am feeling much more mature. Now, I know most of the people are intrinsically not good. Nothing (including human beings) is as good/bad as it seems. Truths are painful but they are still the truths. You cannot change all those things by staying passively and waiting I to come and make Tetris. You have to show your ugly face to the world. May be that's why people put up faces, eh?

Special Thanx to...

There are more than one person I am feeling grateful but, especially I want to thank one single person. My "mentor" :) and friend Emre. Thank you very much for your friendship!

Pazar, Mart 19, 2006

Yeniden Müzik Keyfi

Son 10 yıl içinde, geleneksel şekilde dağıtılan müzik albümlerine pek ilgi göstermediğimi söyleyebilirim. Alternatif müzik dinleme aracı olarak radyoyu (ve televizyonu) çok sık kullandığımı da söyleyemem. O halde benim gibiler için geriye kalan tek alternatifi (dijital müziği) yoğun olarak kullandığımı tahmin edebilirsiniz.

İşin etik boyutu hakkında konuşmama gerek yok durum ortada ve biraz karışık.

Ama ben, insanların mp3'ler ile bu kadar haşır neşir olmasını sadece bedava olmalarına bağlamıyorum. Bence şu nedenler çok daha önce geliyor:
  1. Bir albümde yaklaşık 10 şarkı oluyor, ama genelde 1-2 kaliteli şarkı dışında gerisi ittirme oluyor. Kimse, istemediği şeylere para vermek zorunda değil, hele bu parçaların bir çeşit zorlama yöntem ile, "ya hep ya hiç" mantığıyla dağıtılmasına hiç anlam veremiyorum. Üstelik burada tam ters yönlü bir hırsızlık da söz konusu, yeterince emek harcanmamış mallar da iyilerle birlikte araya karıştırılıyor.
  2. Müzik erişilebilir olmalı. Herhangi bir şeyi istediğim zaman istediğim yerden dinleyebilmeliyim. Bir şeyi dinlemek istediğimde, gidip albüm alıp geri gelmeyi deneyerek bütün hevesimi kaçırabilirim yada gider dijital alternatiflere çok kısa bir süre içinde erişirim. Özellikle popüler kültüre ait olan müziğin bir kullan-at tarzı ürün olduğu unutulmamalı. Karnım acıktığında fast-food tercih ediyorum, müzikte de bu böyle olmalı. (Üstelik pek çok klasik tarz müzikseverin geleneksel ortamları dijital ortama tercih ettiğini biliyorum. O halde herkes yaptığı müziğin yapısını bilmeli ve ona göre pazarlanmasını sağlamalı.)
  3. Albümlerin materyal malzemelerine para ödemek istemiyorum. Kalitesiz çalışmalarının görüntü güzelliğini arttırmak adına harcadıkları paraları benden tahsil etmeye çalışmalarına anlam veremiyorum.
  4. Yukarıdaki 1. ve 3. maddenin özeti gibi olacak ama, aldığım herhangi bir ürün için performans/fiyat analizi yapmaya hakkım var. Pek çok ek masraf ile, geleneksel dağıtım yöntemleri benim dinlediğim bir kaç şarkı için günümüz şartlarında çok yüksek kabul edilebilecek bir rakam talep edilmesi beni soğutuyor.
  5. Öyle veya böyle, çok sayıda ve farklı farklı müzik dinliyorsam, bir sanatçı yerine bir dağıtımcı ile anlaşıp toplu alımlarımın karşılığı olarak indirim bekleme hakkım var.
  6. Para verdiğim bir müzik eserinin artık kaç yılında ortaya çıktığını bilmediğim manyetik bantlı kalitesiz kasetler şeklinde bana verilmeye çalışılmasına anlam veremiyorum. Her anlamda ucuz olduğu halde, aynı albümün CD ortamında dağıtılan hali için daha fazla ücret talep etmelerini iki yüzlülük olarak görüyorum. Daha kaliteli dinlemek için, neden daha fazla ücret ödeyeyim ki, zaten en kaliteli haliyle dinlemek benim hakkım.
  7. Satın aldığım bir müzik eserinin aynı kalitede -bedava- kopyalarını çıkarıp, istediğim gibi taşıma özgürlüğüne sahip olamama anlam veremiyorum.
Kesinlikle, öyle veya böyle, telif hakkı olan çalışmaların karşılıksız dağıtılmasını beklemiyorum. Sonuçta fiyat belirleme hakkı telif hakkı sahibinde, ama bu belirledikleri fiyatlarlar ile dijital müzikle yarışmaları da imkansız. Öncelikle mantıklarını değiştirmeleri gerekir. Birincisi, dijital müzik "korsanlık" değildir, mp3 de gerektiğinde telif hakkı yönetimine imkan veren bir dosya biçimidir. Dijital müzik kendi dağıtımlarından daha kalitesiz değildir. Dijital müzikle, her gün medyaya çıkıp duygu sömürüsü ile de mücadele etmek de imkansızdır. En iyi yöntem olsa olsa kendi ürünlerini artık bu ortamda pazarlamaya başlamaktır. Daha rekabetçi bir ortam olduğu için daha çok zorlanacakları aşikardır, ama yine de sırf bu rekabet korkusu yüzünden "bu kötüdür" demek suretiyle bu işten kaçmak mümkün değildir.

Peki bu kadar sıraladık, çözüm yok mu? Var. Mesela, ben "Yahoo Music" kullanıyorum, hem telif haklarını ödüyürum vicdanım rahat, hem ucuz ve kaliteli müzik dinliyorum. (Maalesef Türkçe müzik için iyi bir alternatif değil, en azından şimdilik). Bunun dışında iTunes, Napster vs. gibi alternatifler de mevcut. Umarım Türkiye'deki telif hakkı sahipleri de birgün dijital müziğe karşı bakış açılarını değiştirirler ve gerçekleri görürler. Biz de böyle,ce Türkçe müziğin keyfini yeniden çıkarabiliriz.

Hoşçakalın!

PS: Radyo da aslında müzik keyfi adına çok güzel bir alet. Kendisini seviyoruz. Sadece not düşmek istedim :)

Not: Bu yazının bir kopyası beyazduvar.com'da yayınlanmıştır.

Salı, Mart 07, 2006

En iyi OS, kaşarlı MacOS

Son 2 gün içinde kullandığım bilgisayar işletim sistemi ikilileri, rasgele sıralama ile şöyle:
  1. PC/ Windows (XP Proffessional)
  2. PC/ Linux (Ubuntu)
  3. PC/ Solaris
  4. Sun/ Solaris
  5. Mac / MacOS
Aradaki versiyon vs. farklılıklarını da eklemeye lüzüm görmüyorum. Bu kadar şeyi gerçek anlamda rasgele bir sırayla, arka arkaya ve uzun bir müddet sonunda kullanınca insanın kafasındaki bilgisayar anlayışı da değişiyor.

Bir kere bütün bunların arasından Mac'i ayırmak isterim. O bir bilgisayar değil, bir melek...

Windows, bildiğimiz alıştığımız tad, fazladan bir şey anlatmaya gerek yok. Günahıyla, sevabıyla her zaman hizmetimizde. Linux, desen benim gözümde Windows ile karşılaştırılabilir. Alışılmıştan farklı olduğu kesin. Ama estetik, güvenlik, hız, dayanıklılık vs. gibi kriterler açısından Windows'a göre daha iyi. Bedava olması bence o kadar da büyük avantaj değil. Windows dediğin de o kadar pahalı değil zaten.

Buraya kadar her şeyi biliyorduk. Gelelim yeni şeylere, Sun/Solaris ikilisine. Birincisi, bu Sun makinelerin work station diye yutturulması çok acayip. Aletler bir acaip. Hem yavaşlar, hem de ortalama bir PC'nin 2.5 katı büyüklüğündeler. Aynı oranda da gürültü çıkarıyorlar. Solaris desen, işletim sistemi falan değil, garabet bir şey. İç yüzünü, işleyişini bilmiyorum, ama görsellik sıfır. (Gözümle gördüm! :))

Hiç bir şey diğer bilgisayarların standart ile örtüşmüyor. Kopyala yapıştır işlemi için Alt+W, Ctrl + Y ikilisini, Geri Al için Ctrl + Shift + Minus kısayolunu kullanan makine mi olur demeyin. Oluyor. Mouse davranışları desen bir acaip. Anlatmayla olmaz görmek lazım. Anlamadım gitti ne iştir.

Hazır başlamışken, bir kaç bir şey de yan yazılımlar için söyleyeyim.. Öncelikle, JAVA mükemmel bir şey. SUN'ın hakkını bu noktada verebilirim. JAVA ile yazılmış her şey, her yerde çalışıyor. ( Ama yavaş çalışıyor, orası da ayrı mesele...) Örneğin MATLAB, her yerden erişebiliyorum, mutluyum.

Browser'lar hakkında da şunları söyleyebilirim. Her işletim sisteminin kendine has bir browser'ı var gibi. Ama Firefox/Mozilla hemen her bilgisayarda bir şekilde çalışıyor. Alışkanlıklarınızı pek değiştirmeden web'de gezinmek için Firefox, bu anlamda da çok ideal. (Sadece not düşmek açısından yazıyorum, son 2 gündür kullandığım browserlar, Firefox, Mozilla, Netscape, IE, Safari :) )

Karşılaştırmalarım/gözlemlerim bunlar, yorumlarınızı bekliyorum. Hoşçakalın.

PS: Herhangi bir marka/işletim sistemi vs. fanatiği/bağımlısı değilim. Elimden geldiğince nesnel olmaya çalıştım.

PPS: Aşırı geyik bir başlıktan sonra, biraz sıkıcı bir yazı oldu kusura bakmayın. Bundan sonraki yazılarımda teknik konulara pek bulaşmamaya uğraşacağım.

Pazar, Şubat 26, 2006

*my* Digital Camera and Luck

(This is a continuation from "How to Buy a new Digital Camera and Fate".)

I received my camera 2 days ago. First hear this more interesting story. I was tracking my package from internet. And at about 6:55 pm, I saw my packaged delivered at 6:20 pm. I was like WHAAAT? I look in front of my apartments door, and voila my package was there. What kind of world are we leaving on? The delivery guy, did not knock my door but instead left the package there. I have learnt that there was a package, in front of my door from the internet. All madness...

Beyond this, my luck went good again with this camera issue. Amazon just gave an offer for a memory card with a purchase of a Canon camera. I send them an e-mail and they let me use this offer, although I bought my camera before this offer. (I ordered a Viking 1GB SD memory card, waiting for it now. Instead of listening the door for the delivery guy, I am just more frequently checking the tracking web site!) (And now, they listed out both the camera and the offer, am I one of the lucky persons who saw them together in 2 days period???)

I really did not have enough time to play with the camera. It has a two hundred sth. long manual, and too many features to learn. And definitely I am not going to read it. I can learn by myself.

If I somehow learn how to shoot good photos, you can see more picture postings on this blog.

And as a final remark, in the future -but not in the near future- you can expect too see some amateur photography related posts here, as my skills improve. Hopefully...

To be continued...(not in the near future!)

Bye Bye.

After Sun Tour

(This post is a continuation from "Going to Sun" )

There is not much really to tell about the tour. Most of the presentations were boring and had out of scope topics. We had a company tour, which was mostly like next-generation-technologies demo. I can say it was exciting and inspiring. From the "field trip", I get a rough idea about what "Sun" is thinking about the future of computing. I can summarize some of the basic points as:
  • Software is going to be free (and opensource?) for all users.
  • Network will expand tremendously, but the end-user interfaces on the edges of the network will be some kind of simple, less power consuming, easy to maintain (and cool!) devices. Complexity will go inside the network.
  • Anything, not connected on the network does not have a bright feture. (ipod??)
  • Power consumption will be the one of the most critical aspect of the designs.
I do not want to go into details, which are not that important or interesting. But I'd like to mention some interesting moments.
  • When we are having our lunch in the conference room, a guy entered the room. Nobody knows who he is. I may be exaggerating a bit, but he looks like some service worker, who does not know anything about what is really going around. He started talking about, why we should chose Sun, he gave some simple examples etc. He was speaking intelligent enough, talking about some really interesting stuff. But nobody really cared who he is. He was a person, just passing around. When he was leaving the room, he said if we want to ask sth. we can send an e-mail to him. Everybody was like, "yeah, sure I will". Then he gave his e-mail address "C_E_O at sun dot com"... [No comment!]
  • There was a some kind important meeting going on, there were some ppl from press. And obviously there was a big cake with company name and logo over it. They also served us, and some photographers shoot our photo. May be, I am going to have a picture in a tech-magazine, who knows. [Internal Sound - I know. Don't worry you won't have a picture in a magazine!]
  • Listening a some really important guy (even without knowing who he is!) gives you so much intuition. It feel really enthusiastic about knowing what he thinks about future of networking, computing, software etc... He also talked some about what to do after college. Which is really a hot topic for me nowadays.

These are all important & interesting points for me from the tour. I hope you like them too.

Have a nice weekend :)

Cuma, Şubat 24, 2006

Ne Dinlemiyorum ve 'Hayal Et Sevgilim' Üzerine Son Defa

Merhaba,

Ne dinlemiyorum alanı bana gittikçe zevk vermeye başladı. Bir kere çok kolay, atış serbest! İnsanın dinlediği şeyleri yazması sor. Bir insanı dinlediği şeyler ile özdeşleştiririz. Onu, onlarla değerlendiririz. Sadece dinlediği müzik yüzünden bugüne kadar kişiye burun kıvırdınız bir düşünsenize. Ama dinlemediğim şeyler ile aramda öyle bir özdeşleşme yok, sorun da yok.

Şimdi gelelim neden "Hayal Et Sevgilim" dinlemediğime. Her ne kadar daha önce şarkıyı beğenmiş olduğumu yazmış olsam da, bunun pop kültür olduğuna da aynı yerde değinmiştim. Benim için bu şarkının modası geçti. Klasik olabilecek kadar iyi bir şarkı olmadığı da açık.

O dönem -ben dahil- insanların şarkının kendisinden öte biraz da şarkının var oluş biçimiyle ilgilendiklerini düşünüyorum. Blair Witch Project tadında bir hikaye, buram buram amatörlük kokuyor. Biz de milletçe mazlumu sever kollarız zaten...

O yazımda da değindiğim diğer bir konu da bunun bir çeşit ticari taktik olma olasılığıydı. Bekleyelim, görelim demiştim.

Şimdi az önce okuduğum bir habere göre, şarkıya klip çekmişler. Hürriyet gazetesindeki haberin bir kısmında İrem bakın ne demiş:

Klip çekimleri sırasında oldukça heyecanlanan İrem, albümünün çıkışını sabırsızlıkla beklediğini belirtiyor.

Üstelik hafızam beni yanıltmıyorsa, İrem bir ara ben meşhur olmak istemiyorum, eğer bir sanatçı şarkıya bir klip çekmek isterse bence uygundur gibisinden laflar etmişti. Eee, şimdi bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.

Anlamadığım başka bir şey de bu zamanlama. Bu şarkıya destek verenlerin, bu şarkının popüler olduğu dönemin geçtiğinden haberleri vardır. Bu yeniden diriltme arzusu nedir. Biraz zamanlama hatası yok mu bu işte. Yada, gerçekten iyi pazarlama taktikleriyle şarkıyı yeniden gündemin tepelerine taşıyabilecek kadar başarılı ve kendine güvenen insanlar mı bunlar? Madem bu kadar iyiler işlerinde, daha doğru düzgün başka proje mi kalmadı? ...

Belki de fikrini sonradan değiştirdi bilemiyorum, kendisine bundan sonraki 'sanat' hayatında başarılar diliyorum.

Şunu da not olarak düşmek istiyorum :

Her konuda, ama her konuda amatörleri destekliyorum. Profosyonelliğin, işin yavaş yavaş tadını kaçırdığına inanıyorum.

Hoşçakalın.

Perşembe, Şubat 23, 2006

Going to Sun.

Subject of the mail I received was : "Congratulations! You won a spot on the Sun Tour!" . [Is not it a bit far way to the earth and kind of warm for a normal human being...kidding.] They seem to be too much enthusiastic about it, as if I won the Grand Lottery. But it is still good, at least I won sth.

I do not exactly remember, when I entered the draw. Anyway, who cares... A rand() function worked, and I received this e-mail. I believe I am receiving too much e-mails after some rand() function runs. (If this last sentence does not make any sense to you please ignore it, intended audience of that sentence is only me.)

This tour also includes a lunch with Stanford alumni. I definitely want to meet with some of those ppl. I really wonder what they are doing, how is life after school etc.

Maybe I can meet some ppl working on Java, Solaris etc. It is funny though, to see some real people working on those software. Relation between a software and a man... After developing software in Java for five years, I am going to see ppl who actually developed it. Marvelous, is not it?

Or, even I can meet with Duke (mascot of Java) too. He also have a blog too. Yes, I intentionally call him as 'he' not 'it'.

To be continued...

(I am going to edit this article or add a new one after the tour.)

Çarşamba, Şubat 22, 2006

How to Buy a new Digital Camera and Fate

It is now 4 months passed since I decided to buy a new digital camera. Definitely I am not good at giving quick decision. (In this story I really paid for it, 4 months full of memories had gone off without a trace.)

Recently, I decided I have to do sth. , immediately before everything gone with the wind.

After a short period of investigation (i.e. finalizing my decisions of what I need, generating performance vs price graphs including various models and brands... [kidding!] ) I came up with two models.

A point & shoot model ( Canon SD550 ) and a high-end digital model ( Canon S2 IS ). Do not ask me why Canon. I only looked for Canon, Nikon and Sony models. I do not think brands other than Canon and Nikon use good enough lenses. Sony offers expensive and cool models but without enough technical capabilities.

These two models have nearly the same price tag. (They are under $400 models and they are literally just under that :) )

What is good about a point & shoot models are they are light-weight. You can carry them in your pocket. You can catch all the funny moments.

And pros of the high-end models you can play with them, manipulate your photos with them. Their manual modes offer too much. You can start with p&s photography, and when you get bored of that thing, you can officially give your amateur-photography skills a chance.

One other good thing about, Canon S2 IS is, it looks like my old analog Zenit machine. ( Russian made machine before 90's. I did not even get one good photo with it. All the things over it was written in Russian, and without correct settings, it was impossible to get good results. It was my bad actually, I knew it was a very good machine)

My Fate Is Changing...

[Feb. 20] I am checking the Amazon.com, and try to decide on one of the models. I am bouncing from one side to the other side.

[Feb. 21] Canon, announces more than 10 models including next generation Canon S3 IS and... Immediately prices of the cameras goes down by about 15%. This is not the moment for losing time anymore, my fate is trying to tell me sth. Yes, I finally decided!

I ordered my new Canon S2 IS today, I hope, I will get it before March :). Wait for me beautiful sceneries and mountains...We are coming...

Coming Soon

Maybe I cannot write a review on this machine after I get it. Better I can start reading on amateur photography (focus, ISO, shutter speed etc.) and write on them. Visit this page, some time later in two weeks time and you will see.

See you later.

PS: This note is intended for ppl, thinking that I am believing in fate too much that even I let it control my life. No! There are some results, some outcomes which are so absurd that I cannot find a really good analytical reason. I simply say it is fate and keep going. Not because I believe in fate that much, but I believe thinking about those things does not help any more.

Pazar, Şubat 19, 2006

Ne Dinlemiyorum : Hadise - Stir Me Up

Gündemden uzak olmanın verdiği laçkalıkla, şarkı patladıktan oldukça uzun bir süre sonra yorumumu yazıyorum.

Bu yorumu yazmamda emeği geçen Türklerin Internet Paylaşım Kültürü'ne teşekkür etmem şart aslında. "hadise" yazıyorum Google'a ve bingo, ilk 10 sonuç arasında bir dosya paylaşımın sitesinin linki var. Hem de yüksek kaliteli klip videosu'na... Olacak iş değil, emeğine sağlık tayfası'ndan önemli bir çalışma daha. (Burada bağlantıyı paylaşmayı uygun bulmuyorum, hem arayan bulur hem de sonuç olarak telif hakları olan bir çalışma.)

Klip'i izlerken aklım yabancı kliplere gidiyor. Karşımdaki kötü bir taklit çalışmasından başka bir şey değil. Şarkı desen yine öyle. Sonundaki Türkçe kısım ise samimi olmaktan uzak. Bunlar ilk düşüncelerim.

Bir de olayı müzik kalitesi açısından değerlendirmek lazım. Dediğim gibi görsel kısım iyi değil ama duysal kısımından çok öne çıkan bir yanı yok. Hafif Anastacia, biraz da Holly Valance havası seziyorum. Hatta Kiss Kiss klibine benzediği bile ileri sürülebilir.

Tamam anlıyorum kızımız güzel ama onu deskteleyecek bir ses yok ortada. Şarkı desen onun da efsaneler listesine girecek kadar iyi olmadığı malum. (Güzel olmak kötü bir şey olduğu için yazmıyorum. Ama sadece güzel olmak bu işler için yeterli mi, ondan emin değilim.)

O halde, nedir bu şarkıyı bir anda meşhur edip patlatan anlamak mümkün değil. Bir şey bir anda popüler oluyor ve sebebini hiç kimsenin bilmediğini düşünüyorum.

Kendisi anladığım kadarıyla çok kültürlülükten de nasibini almış bir insan. Dünyayı takip ettiği de belli. Kim bilir, belki yakın zamanda Avrupa'yı etkileyecek kaliteli işlere imza atar.

Hadise'ye bundan sonraki kariyerinde başarılar diliyorum. Sonuç olarak "Stir Me Up" bir çıkış şarkısı. Bu tip bir şarkının öncelikli amacı popüler olmak olmalı, kaliteli olmak değil. "Stir Me Up" 'ın da bu işi başardığı malum. Umarım, bu popülerliği iyi kullanan Hadise, daha kaliteli işlerle devam eder.

Başlangıç için, varolan iyi şeylerden esinlenmekten aslında iyi bir fikir ama bundan sonra çok daha özgün fikirler/çalışmalar ile ortada olması gerektiği de kesin.

Özet olarak, şimdilik bu parçayı dinlemiyorum, dinlenecek kadar kaliteli olmadığını düşünüyorum. Ama kendisinin de umut vaat eden bir yapısı olduğunu düşünüyorum. Bakalım zaman ne gösterecek.

Hoşçakalın, müzikle kalın.

PS:Yorumlarınızı bekliyorum.

Cumartesi, Şubat 18, 2006

Satır Arası Çığlıkları

İnsanlar zekalarına göre ikiye ayrılır. Ne kadar zeki olduğunun bilincinde olanlar ve kendini olduklarından daha zeki zannedenler. Bu ikinci gruba girenler, kalan insanlar için en iyi gruptur. Hem bizi -içten içe- güldürürler, hem de gizleyemedikleri art niyetleri ile arkamızdan iş çeviremezler.

Çok kindar bir başlangıç oldu galiba ama bir o kadar da manidar. Bütün her şeyin özeti bu zaten.

Satır aralarını okuyorum...

İnsanların hamurunun iyi olduğuna inancım pek yok, başlangıçtan beri pek yoktu zaten. Böyle olunca insanlara güvenmek konusunda sorunlar yaşamam doğal. Ama düşünüyorum de pek haksız sayılmam. Ben de veriyorum bütün dikkatimi aralara sıkışmış sözcüklere, anlamaya çalışıyorum insanları ve gerçek yüzlerini görmeye çalışıyorum onların.

(Bir de gözler var aslında, onlar içinde yalan söylemez diyorlar, ama ben onları anlamayı beceremedim henüz. Şimdilik tek tük sözcüklerden anlam çıkarmaya çalışıyorum.)

Beni bilen bilir, etrafımdaki olur olmaz, alakalı alakasız diyalogları dinlemeye meyilliyimdir. Merak ettiğim genellikle konuştuklarından çok, nasıl konuştukları gerçekte ne demek istedikleri olur genelde. Üçüncü bir şahış, tanımadığı iki kişinin diyaloğunda her ikisinin de yakalayamadıkları ayrıntıları yakalayabilir.

Satır aralarına dikkat etmek işte bu noktada önem kazanıyor. Bazıları gerçek düşüncelerini, seslerini titretmeden güzel kelimelerin ve yalanların arasına saklayabilirler. Ama ağızdan çıkan tek bir kelime, tek bir vurgu herşeyi gözler önüne serebilir. Karşındakine gerçekte ne kadar saygı duyuyorsun, karşındaki gerçekte senin için kim...

Bütün bu sorular cevaplanabilir.

Şeytan ayrıntıda gizlidir...

Gerçi mükemmellikte ayrıntıda gizlidir. Belki mükemmeliğe giden yol şeytan'ın yoludur, kim bilir? Şaka bir yana, insanların başarılı oldukça yalnızlaşması boşuna değildir. Bunun temel olarak iki sebebi olabilir. Birincisi bu insanlar o kadar karanlık tarafa kaymışlardır ki, insanların ne kadar karanlık olabileceğini bilirler. Böyle düşünen birinin etrafında başka insanlara tahammül etmesi güçtür. İkincisi, karanlık güçlerini geliştirirken, arkadaşlıklarını harcamışlardır. (Daha komik olan bu insanların kendilerini avutmak için "zirvedikiler yalnız olur" vb. kendi ortaya attıkları şeylere sığınmalarıdır.)

Bu insanları tanımak kolaydır. Başkalarının hakkındaki fikirlerini öğrenin. Eğer üçüncü şahısların allengirli, karmaşık planlarından, kendi kuyusunu kazma projelerinden bahsediyorlarsa, başka insanları hüzünlerinden zevk alıp, mutluluklarını kıskanıyorlarsa...Dikkatli olun derim. Bunları direk sözlere dökmelerini de beklemeyin, karşınızdaki insanın duygularını okumaya çabalayın. (Mealen saf olmayın, sizin hakkınızda nasıl düşündüklerini zannediyorsunuz ki?)

Zekiyse(!) korkmanıza gerek yok

Karşınızda diğer insanlardan daha zeki olduğunu düşünen biri varsa size kötülüğü dokunamaz. Biraz dikkatliyseniz eğer, sürekli kendini ele verir. Canınızı sıkmanıza da gerek yok, onun bu dünyadaki cezası da bu olsa gerek...

Ben de mi onlardanım acaba?

Bütün bu garabetin ortasında beni tek üzen şey bu insanları gördükçe benim de kendi karanlık tarafımı keşfetmem. İnsanın yavaş yavaş saflığını kaybetmesi bu olsa gerek. Benim de sütten çıkmış ak kaşık olmadığım kesin, ama neden böyle veya niye böyle bilemiyorum. Üzülüyorum sadece.

Daha da garip olanı, daha saf ve temiz olması gereken insanların çok daha hızlı kayması karşı tarafa. Özdemir Asaf'ın ünlü dizeleri aklıma geliveriyor
Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler


Benim gibi saflıktan, temizlikten bahsedenlere de kanmamak lazım. Gerçekten duygularımızı kullanmamız lazım. Hatta şöyle düşünüyorum:

Hep gerçekçilikten bahsediyoruz, ve aklın duygulara üstünlüğünden. Oysa duygular da varlığımız bir parçası olduğuna göre onlar da gerçekliğin ta kendisidir. Gerçekçi olmak aslında duyguları kullanmayı şart koşar, şart!

Saflık falan bu dünyada büyük yalan. Ya uyum sağlayıp yaşayacaksın bu kadar şeyin arasında, ya da yoklup gideceksin. Arası gerçekten zor.

Ne garip değil mi, pek çok hakiki arkadaşımın çocukluk arkadaşım olması. En saf dönemimde tanıştığım, birbirimize dişimizi hiç göstermediğimiz insanlar topluluğu. Bu öyle bir şey ki, aramızda yazılı olmayan bir antlaşma gibi. Bu dünyada yaşamanın gereği olarak dünyaya karşı çirkefleşsek bile birbirimize karşı hala içteniz. Bu insanlara ne kadar büyük bir teşekkür borçlu olduğumu biliyorum. (Aslında çok şanslı olduğumu da biliyorum, daha çocuk denecek yaşta bizleri bir sınıfa tıkanlara minnettarım :) )

Hoşçakalın, sağlıcakla kalın.

Aslında yazı bitti, ama maç sonu yorumlarıyla devam etmek isteyenler için küçük notlarımız var...

PS:Bu yazı bir kişi, kurum, nesne yada benzeri bir şeyi hedef alıp yazılmamıştır. Genel bir düşüncedir yaşamla ilgili. Fazla dağınık, okuması zor bir şey olduğununda fark ettim ama geç oldu, kusura bakmayın.

PPS: Satır araları bazen sevgiyi de ele verir. Dedim ya anlatmakta güçlük çektiğimiz şeyleri saklarız oralara. Sadece kötülük, kin ve nefret aramamak lazım sözcüklerin arasında.

PPPS: Bu yazıda yeni bir tespit yapıldığını zannediyorsanız da yanılıyorsunuz. En basit örneği için bkz. "Masum Değiliz" (Sezen Aksu).